1922 Kasım’ında İsmet Paşa Başkanlığı’nda Türk heyeti, meydan muharebelerinde kazanmış olduğu zaferi tescil ettirmeye Lozan Konferansı’na gidiyordu. Heyet, karşısında galip dünyanın temsilcilerini, masada ise çözülmesi gereken asırlık meseleleri bulacaktı. Hükümet Lozan’a gidecek heyete uyulması gereken 14 maddelik bir direktif vermişti. 9. maddedeki azınlıklarla ilgili direktif çok netti: “Esası Mübadeledir.”
Çünkü o zamanın koşulları mübadeleyi (değiş-tokuş) zorunlu kılmaktaydı. Lozan’a gidecek heyet 5 Kasım 1922’de Ankara garından ayrılırken İsmet Paşa gazetecilere şu demeci veriyordu:
“Bizim sulh şartlarımız dünyaca malumdur. Bu şartları müteaddit defalar, müteaddit vesilelerle ilan etmekten geri kalmadığımız için onları herkes bilir. Bizim uğrunda senelerden beri her türlü fedakârlığa katlandığımız gayelerimiz çok mütevazı ve çok haklıdır. Bu gayeler iki kelime içindir: “Misak-ı Milli...” Boğazlar hakiki ve samimi surette serbest olursa ortada hiçbir tehlike kalmaz. Bizim istediğimiz serbestlik samimidir. Yalnız Marmara ve İstanbul’un emniyeti hususunda bize teminat verilmelidir. Yunanlıların yaptıkları tahribat çok büyüktür. Memleketin Yunan istilasına uğrayan her yeri harabeden başka bir şey değildir. Bunlar Yunanlılara tamir ettirilecektir. Azınlıkların mübadelesi esas itibariyle en muvafık bir tedbirdir. Ben herhalde konferansın vereceği neticelerden umumi surette ümitli olarak gidiyorum.” Demişti.
Konferansın adı barış konferansıydı. Ama görüşmeler adeta savaş düzeyinde geçmekteydi. Bu sebeple konferans, 4 Şubat 1923 günü kesintiye uğramıştı. Konferans dağılmadan beş gün önce Türkiye ve Yunanistan heyetleri mübadele ile ilgili protokol imzalamışlardı. O protokolden sonra tarih sayfaları dünyada eşine az rastlanır göç hikâyeleri kaydedecekti. 30 Ocak 1923 protokolü İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumları ile Batı Trakya, Rodos ve Kos (İstanköy) Türklerini mübadele kapsamı dışında tutmuştu. Buna rağmen protokol, Balkan Savaşları ile sonra göç etmek zorunda kalan çok geniş bir nüfusu kapsamaktaydı. Yunanistan’dan Türkiye’ye 500.000, Türkiye’den Yunanistan’a ise 1.200.000’ler civarında bir nüfus mübadele kapsamı içerisine alınmıştı. Mübadele kriteri olarak da din esası öngörüldüğünden, kendini öz be öz Türk gören, öz Türkçe konuşan, Türk kültürü ve yaşantısını benimsemiş Orta Anadolu Ortodoksları dahi mübadeleye tabi tutulmuştu. Orta Anadolu Ortodokslarının dini lideri Eftim Bey, Fener Patrikhanesi’nin emperyalist faaliyetlerine karşı mücadele etmiş, Anadolu’daki kiliseleri milli mücadeleye katmış, Pontus faaliyetlerinin Orta Anadolu’ya sarkmasına engel olmuş, Kurtuluş Savaşı’nda canla başla mücadele ederek, Batı Cephemizin arkasında bize güvenli bir alan yaratmıştır. Atatürk’ün tabiriyle “Bize bir ordu kadar hizmet eden” Eftim Bey’in cemaati de din esasından dolayı mübadele edilmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde tek kelime dahi Yunanca bilmeden Yunanistan’a mübadil giden kimseler, gittikleri yerde de büyük zorluklar ile karşılaşmışlardır. Yerli halk tarafından dışlanmış, Türk dili ve kültüründe oldukları için onlara “Türk tohumu” anlamında “Türkosporos” tabiri yakıştırılmıştır. Mübadele’nin üzerinden bir asır geçse de, yok denecek kadar az sayıda kalmış birinci kuşak, devamında ikinci kuşak ve bu hatıralarla büyüyen üçüncü kuşakların gönülleri hep Türkiye’de kalmıştır. Burdur Mübadili Giorgo Kocagıçoğlu’nun hiç dilinden düşürmediği gibi:
“Turnam Turnam Turnam,
Ben buralarda duramam.”
sözleri bu özlem duygusunun hisleridir. Anam Samsunlu, Babam Tohatlu (Tokatlı) diye Türkiye’den gelenlere sanki evladıymış gibi seslenen, Krifçe’de yaşayan Despina Teyze’nin dediği gibi “Kimisi diyor ben görmek istemiyorum Türkiye’yi. Ama ben istiyorum. Ne suçumuz vardı bizim böyük gafalar birbirini yeyorsa? Söyleyin bana a yavrum...” sözlerinde hiç görmediği yörenin dili, Türkiye özlemi ve sevgisinin gönüllerden taşan yeri vardır. Kriakos Stefannidis’in gözlerinde hiç kurumamış yaş vardır. Her gün saat 15.00-16.00 arası televizyon başında Türkiye haberlerini izlemektedir. Halasının Burdur’da öğrendiği ve pişirdiği tarhana çorbasının kokusu burnunda tütmektedir Kirakos’un... Amasyalı Kula Hanım vişne reçelinin sırrını verir, memleketlisi Türkiye’den geldiğini söyleyene. Türkçe konuşurduk. Türkçe’yi de severdik. Türkçe’nin türküleri de şarkıları da her bir şeyi daha datlı” diye iç döker Gelverili Artin Hristoforidis. “Ne Yunanca konuşuyorsun oğlum... Türkçe konuş!” der Biga mübadili Vangelis Amca. “Türkiye’de iş bulabilir miyim?” diyerek gelip sorar sana Xristos Stavros. Türkiye’den geldiğin, Türkçe konuştuğun için sempatik bulur seni İzmirli mübadil torunu Maria. “Asma yaprağımız Tokat/Erbaa’dan gelir.” der Eleni. Türkçe şarkılarla yatar kalkar Edessalı Giorgos.
Türkiye sevgisinin hududu sadece Meriç köprüsünden, ay yıldızlı bayrağımızın başında bekleyen Mehmetçikten mi başlamaktadır? Gönüllerdeki Türkiye sevgisi ve özlemi Edessalı Giorgo’nun Tokat’ı dünyanın en sıcak kanlı ve en güzel insanlarının yaşadığı şehri olarak görmesinde başlamaktadır. Türkiye sevgisi ve özlemi Gümüşhaneli Niko’nun Panagitsa’daki lokantasında Türk mutfağından başlamaktadır. Gönüllerdeki Türkiye sevgisi ve özlemi Preveze’de “Türkiye’siz yaşayamıyorum.” diyen Bizim Dimitri’nin tertemiz yüreğinden başlamaktadır. Türkiye sevgisi ve özlemi Atina tavernalarının vazgeçilmezi “Yedikule” şarkısından başlamaktadır. Türkiye sevgisi ve özlemi Limni Gölü’nün kenarında Maniaki köyünün tavernasında Türkçe muhabbetlerden başlamaktadır. Türkiye sevgisi ve özlemi İstanbul’a aşık Selanikli Despina hanımın gönlünden başlamaktadır. Türkiye sevgisi ve özlemi Rodos’un Uzgur köyünde Türk dostlarına kavuşmayı bekleyen dost gönüllerden başlamaktadır. Türkiye sevgisi ve özlemi Girit Hanya’da “Türk’ün kuyusu” lokantasının isminden başlamaktadır. Türkiye sevgisi ve özlemi Kosta Amca’nın hayatında hiç görmediği Türkiye ve Türk Milleti için söylediği Çanakkale Türküsü’nün sevdasından başlamaktadır. Göç yollarında çileli hayatlarla başlayan Mübadele süreci, çilenin sevdaya dökülmesine, Türkiye sevgisi ve özleminin esas itibariyle gönüllerden başlamasına yol açmıştır.