Cem GÜRDENİZ - Emekli Tümamiral
Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıl sonrası önce Hasta Adama daha sonra sanayileşen ve gücü denizden intikal ettirebilen kapitalist endüstri güçleri karşısında parçalanması gereken bir varlığa dönüştü. İngiliz Kralı ve Rus Çarının 1908 Reval görüşmesinde kaderi çizildi. Yakın çevresi olan Balkanlar, Kafkasya, Kuzey Afrika, Ortadoğu’dan 1911-1918 arasında inanılmaz bir hızla koparıldı. Donanmasız Osmanlı denizden gelen her türlü tehdide açık bir durumda Birinci Dünya Savaşına girdi. O kadar ileri gittiler ki Londra’daki egemenler kara harekâtına ihtiyaç duymadan sadece donanma gücü ile Boğazı zorlayabileceklerine ve geçeceklerine inanacak kadar Osmanlıyı küçük görmüşlerdi. 18 Mart 1915 günü, Nusrat’ın 26 mayını ile kara bataryalarımız olmasaydı dev armada sayesinde bu hayalleri gerçekleşecekti. Denizden geçemeyince emperyalist deniz güçleri hiçbir engelle karşılaşmadan bu kez bir ay sonra Gelibolu yarımadasına asker çıkardı. Alman General Liman Von Sanders’in savunma planlarına teslim olsaydık şüphe yok ki yarımada da düşerdi. Mustafa Kemal’in kurmay aklı Alman Generale meydan okudu ve onun savunma planı ve kahraman Mehmetçik ile yarımada savunuldu.
HASTA ADAMIN ORGANLARI PARÇALANIYOR
Diğer yandan 16 Mayıs 1916 tarihinde yani Birinci Dünya Savaşı devam ederken Londra’da İngiltere ve Fransa gizli bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya Ekim ayında Rus Çarlığı da dahil edildi. Sykes Picot Anlaşması olarak bilinen bu anlaşma gereği Ortadoğu ve Mezopotamya Avrupalı güçler tarafından 3 sömürge ve etki alanına bölünüyordu. Çanakkale’de hem deniz hem kara cephesindeki görkemli zaferlere rağmen Birinci Dünya Savaşından mağlup ayrıldık. Savaşı sonrasında Osmanlı Orduları Mezopotamya, Filistin ve Levant kıyılarından tamamen geri çekildi. Osmanlı’nın 400 yıl hükümran olduğu bu topraklardan geri çekilmesinde rol oynayan en önemli etken Arapların her cephede siyaseten ve askeri olarak eski efendileri Osmanoğulları Hanedanına ihanet etmiş olmalarıydı. Emperyalizm böl ve yönet prensibi ile sözde din kardeşimiz Araplar, Osmanlı karşısında ihanet cephesinde konumlandı. İngiltere, böylece dini ve siyasi bölünmelerden beslenen Arap alemini savaş sırasında Osmanlıya karşı kullanarak kendi jeopolitik çıkarlarını elde etti. Savaş sonunda iflas eden Kraliyet Maliyesine ve İrlanda iç savaşına rağmen, İngiltere Basra Körfezi, Arap Yarımadası ve Musul Kerkük gibi petrol zengini alanların kontrolünü sağlamıştı. Neticede Mondros Ateşkesi ile anavatanın da işgali başladı. Osmanlı hanedanı İstanbul’u İngiliz ve Fransız işgal kuvvetine teslim etti. Osmanoğulları Hanedanı, 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ın İzmir’e çıkmasını önleyemedi. Batı Asya Türkleri tarihte ilk kez vatansız kalma tehlikesiyle karşılaştı.
SAMSUN’DAN DOĞAN GÜNEŞ
19 Mayıs 1919’da Samsun’da yeni bir güneş doğmasaydı Anadolu da çoktan teslim edilirdi ve bugün Türkiye Cumhuriyetinden bahsedemezdik. Türkleri tarihi ve coğrafyasının ipoteğinden kurtaran tek kişi Mustafa Kemal Atatürk oldu. Sadece vatan kurtarmadı aynı zamanda yeni bir vatan kurdu. Yeni bir milli şuur yarattı. Yeni bir varoluş nedeni yarattı. Kurtuluşu izleyen kuruluş ve devrimler ile yeni bir devlet yarattı. Bu devletin jeopolitik geleceğini önce Lozan Anlaşması ile mühürledi. Daha sonra Montrö Sözleşmesi ile Boğazlarımızın mutlak egemenliğini geri aldı. Daha sonra Hatay’ı anavatana kattı. Böylece anavatanın deniz cephesinde gelecek kuşaklara sağlam bir temel bıraktı. Bu temele 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’ta Barış Harekâtı sonrası değiştirilen jeopolitik ile yeni bir temel daha eklendi.
ŞANLI TEMMUZ AYI
Temmuz ayı için Türkiye Cumhuriyeti jeopolitiğinde en önemli olayların yaşandığı şanlı bir ay denebilir. 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması; 20 Temmuz 1936 Montrö Sözleşmesi; 5 Temmuz 1938 Hatay’a Türk Ordu Birliklerinin Girişi, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs/Girne’de Kıyıbaşının tutulması ayrı ayrı önem ve değerdedir. Hepsinde egemenlik kazanımı vardır. Hepsi Mavi Vatan cephesinde jeopolitik nirengi noktalarımızdır.
LOZAN VE DENİZ JEOPOLİTİĞİ
Bu günler içinde şüphesiz en önemlisi 24 Temmuz 1923’tür. Cumhuriyetimizi kuran temel antlaşmanın, Lozan’ın kutlu doğum günüdür. Büyük bir diplomatik zaferdir. Devletsiz ve milletsiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Anadolu Türklerinin, galip çıktıkları bir ölüm kalım savaşının kanla yazılmış onur belgesi, vatan tapusudur. Ancak imzalandığı 24 Temmuz 1923 günü Lozan Antlaşması ardında boynu bükük dört mavi vatan varlığı bırakmıştı. Bunlar Türk Boğazları, Anadolu’ya yakın Ege Adaları, İskenderun Körfezi ve Kıbrıs idi. Lozan’a giderken arkasında donanması olmayan Mustafa Kemal Atatürk için öncelik doğal olarak kurtlar sofrasından büyük bir zaferle çıkarak ana vatanın toprak ve sınırlarını emniyete almaktı. Eğer 1876’dan sonra II: Abdülhamit’in iradesi ile yok edilmiş donanma mirası yerine insan gücü ve sanayi alt yapısı ile güçlü bir donanma hazır olsaydı kimsenin şüphesi olmasın ki Atatürk bu dört kritik alanı Lozan ile emniyete alırdı. Ancak yılmadı. 1923 -1936 arasındaki olağanüstü çabaları ile Atatürk çekirdek bir donanma kurarak Türk Boğazlarını koruyabilecek yeteneğe eriştiğimizi dünyaya ispat etti. Boğazlarımıza 20 Temmuz 1936 günü Montrö Sözleşmesinin imzalanmasıyla kavuştuk. 13 yıllık acı ayrılık son buldu.
MONTRÖ SÖZLEŞMESİ ÇOK YÖNLÜ JEOPOLİTİK KAZANIMDIR
20 Temmuz 1936 günü imzalanan ve 9 Kasım 1936 günü yürürlüğe giren Montrö sözleşmesi Lozan’ın eksik kalan denizci parçasını kısmen tamamlamakla kalmamış, aynı zamanda bölgesel ve küresel deniz siyaseti açılarından çok yönlü kazanımları tetiklemiştir. Böylece Cumhuriyet, Karadeniz-Akdeniz ekseninde, Osmanlı döneminde pek çok örnekte yaşanan stratejik iç hatlar konumunda kalma riskini bertaraf edebilmiştir. Ayrıca Trakya, Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Diğer yandan Montrö sözleşmesi sadece Türk boğazlarından ticaret ve savaş gemilerinin geçişini düzenleyen bir boğaz rejimi değildir. Aynı zamanda Karadeniz gibi yarı kapalı bir denizde başlı başına bir deniz güvenlik rejiminin de temelini oluşturmaktadır. Dünyada örneği az olan, bir nevi deniz silahlarını kontrol rejimi enstrümanıdır. Dolayısıyla Karadeniz istikrar ve barışı ile Montrö sözleşmesi birbirini tamamlayan kavramlardır. Montrö zaferinin yurt dışında da yankıları büyük olmuştu. İngiliz Daily Telegraph gazetesinin 21 Temmuz 1936’daki haberini Akşam gazetesi 22 Temmuz günü şu şekilde duyurmuştu: “Avrupa’nın hasta adamı sayılan Türkiye, iki asırdan beri kendisine görülen manevi hastalıktan kurtulmuş ve 20 sene evvel rakip devletler arasında taksim olunan Anadolu, bugünün kuvvetli adamı olmuştur. Yeni sözleşme bu düşünceyi tamamıyla tanımıştır.”
MONTRÖ SÖZLEŞMESİ KARADENİZ İSTİKRARININ ANAHTARIDIR
Karadeniz, Birinci Dünya Savaşı sonrasında işgale uğrayan Anadolu’nun, Türk tarihinin ilk ve son anavatan savunmasında en önemli rolü oynamıştı. Karadeniz, lehte kullanıldığı sürece Anadolu’nun güvenlik ve emniyeti olduğunu en zor zamanlarda ispat etmişti. Bugün de aynı prensip ve tarihsel tecrübe geçerlidir. 87’inci yaşını tamamladığı günümüzde Türkiye, Montrö rejiminin muhafazasına son derece önem vermeli, bu yükümlülüğü, sözleşmenin imzalandığı günden bu yana, en gergin dönemler de dâhil olmak üzere, azami hassasiyetle ve tarafsızlıkla yerine getirmeye devam etmelidir. 1,5 yıldır devam eden Rusya Ukrayna Savaşında Montrö Sözleşmesi Türkiye için ne derecede hayati önemde olduğunu ispat edebilmiştir. Eğer Montrö Sözleşmesi olmasaydı bugün Türkiye savaşta aktif tarafsızlık politikasını ABD ve AB baskısı altında sürdüremezdi. Montrö sözleşmesi geriye baktığımızda İkinci Dünya Savaşından, Soğuk Savaştan ve 2001 sonrası yaşanan neocon Amerikan politikalarından ve bugün yaşanan savaştan dahi başarıyla çıkmış dünyada eşi benzeri görülmeyen bir sözleşmedir. Bu sözleşmeyi Lozan antlaşması gibi sonsuza taşımak devletin ve her Türk vatandaşının görevidir.
HATAY KAMASI VE İSKENDERUN KÖRFEZİ
Lozan Antlaşması ve Montreux Sözleşmesi ile Trakya ve Anadolu’da mutlak egemenlik sürecini tamamlayan Türkiye Cumhuriyeti için 1937 yılına gelindiğinde, geriye kalan en önemli egemenlik sorunu Hatay meselesiydi. Bu süreç de Atatürk sayesinde silahlı güce başvurulmadan Fransa’ya karşı yürütülen diplomasi ile 1939 yılında tamamıyla halledildi. Böylece Anadolu’nun güneyinde Mezopotamya’nın batıdan denize çıkan stratejik alanında kuzey güney istikametinde bir kama ile Anadolu emniyete alındı. 5 Temmuz 1938 günü Türk ordusu İskenderun sancağına girdi ve bağımsızlık ile daha sonra anavatan bağlanma süreci başlamış oldu. Hatay 29 Haziran 1939 tarihinde Anadolu’ya katıldı. Hatay Kaması Anadolu yarımadasının Mezopotamya kuzey kuşağı ile arasında büyük bir stratejik tampon kuruyordu. Aynı zamanda İskenderun Körfezinin doğu ve batı kıyılarını tamamen Türk egemenliğine alarak söz konusu stratejik körfezi Türk Körfezine ve Türk iç sularına dönüştürüyordu. Bugün Hatay Kamasının ne derece önemli olduğunu Suriye iç savaşı ile 2011’de başlayan süreçte gördük. Hatay Kaması Suriye üzerinden Akdeniz’e açılacak kukla Kürt Devletinin önündeki en önemli jeopolitik engeldir. Atatürk bu kama ile sadece Anadolu’ya değil Mavi Vatan’a da büyük bir ödül verdi.
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI VE GÜNEYDEN KUŞATILMIŞLIĞA SON
15 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’ta Rum lider Makarios’a karşı girişilen Nikos Sampson Darbe girişimi Türk Akdeniz jeopolitiğinde en önemli kapının açılmasına neden oldu. Garantörlük hakkını kullanan Türkiye, 20 Temmuz 1974 günü yani darbe teşebbüsünden 120 saat sonra adaya müdahale etti ve Girne’de kıyıbaşını tutarak büyük bir zafere erişti. 20 Temmuz 1974 Cumartesi sabahı 08:47’den itibaren Girne batısındaki 80 metrelik kıyıya sahip Pladini plajına birinci dalgada gücü zafere taşıyacak 13 çıkarma gemisinin kapak atması ile zırhlı birliklerimiz ve deniz piyadelerimiz kıyıya çıktı ve mızrağın ucu sayılacak kıyıbaşını tuttu. Ardından Türk ordusu akmaya devam etti. Kıbrıs Zaferi, Türklerin 20. yüzyılda Sakarya ve Büyük Taarruzdan sonraki en büyük askeri zaferi olarak tarihe geçti. Doğu Akdeniz jeopolitiğini değiştirdi. Kıbrıs zaferinden sonra İskenderun’daki deniz piyade birlikleri 7 Kasım 1974 tarihinde Uzunada’ya intikal ettirildi ve 20 Temmuz 1975 tarihinde de Ege Ordusu kuruldu.
MAVİ VATAN VE YENİ JEOPOLİTİK GERÇEKLİK
1975 sonrası Ege Denizi Türkiye’nin yeni ağırlık merkezi oldu. Bunun temel nedeni Yunanistan’ın Ege’ye gerek kıta sahanlığı gerekse karasuları genişliği alanlarındaki arsız ve sınırsız talepleri oldu. Yunanistan’a göre Ege onlara aitti. Türkiye’nin Kıbrıs uyanışından sonra Ege uyanışı önce kıta sahanlığı krizi sonra da karasuları genişliği krizi ile başlamış oldu. Diğer yandan 1955 sonrası Askersizleştirilmiş Anadolu’ya yakın 23 Ege Adasının 6 Büyük devlet kararı, Lozan Anlaşması ve 1947 Paris Anlaşması hilafına silahlandırılması Türkiye’nin haklı güvenlik endişesi ve aynı zamanda egemenlik devrini tartışmaya açan gelişmelerdir. Bu sorun alanına 1995 yılında ortaya çıkan Kardak benzeri egemenliği anlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş 153 ada adacık ve kayalıklar sorununu da eklememiz gerekir. Bu temel sorunlar hallolmadan Yunanistan ile deniz sınırlandırması anlaşması yapmak olası değildir. Diğer yandan 2000’li yılların başlamasıyla bu kez Doğu Akdeniz yeni ağırlık merkezi olarak ortaya çıktı. Güney Kıbrıs’ın 2004 baharında tek taraflı çok geniş bir MEB ilan etmesi ve AB’ye üye olmasıyla Türkiye denizden yeni bir kuşatılmışlık ile karşı karşıya kaldı. AB’nin Seville Haritası olarak adlandırılan deniz yetki alanları haritası Türkiye’yi denizden kıtaya hapsediyor; kabaca 150 bin km karelik hakkımız olan deniz yetki alanını gasp ederek, Yunanistan ile GKRY’ye veriyordu. Aynı yıl Annan Planı denen skandal bir plan ile Kıbrıs’ta federasyon dayatması ortaya çıktı ve maalesef bu planı hükümet ve adadaki Türklerin çoğu destekledi. Rumların arsızlığı olmasa adadaki Türkler tarafından kabul edilen bu plan Türk askerini geri çekiyor ve 1983’te ilan edilen dünyadaki tek Türk ada devletinin siyasi varlığını sonlandırıyordu. Talih yardım etti ve Rumlar plana hayır dedi. İşte böyle bir konjonktürde 2006 yılında Mavi Vatan ortaya çıktı. Böylece Türk halkına ilk kez denizin jeopolitik ve ekonomik çıkarlarımız için ne derece önemli olduğunu anlatacak yeni bir kavram ortaya atılmış oldu. Anavatanda Misak-ı Milli neyse denizde de ilan edilmiş ve edilmemiş tüm deniz yetki alanlarımız yani Mavi Vatanımız da denizdeki Misak-ı Millidir. Bu kavram Atatürk’ün 1 Eylül 1922 tarihinde Büyük Taarruz sonunda verdiği “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir” emrinin de bir devamı oldu. Türkiye böylece özellikle Mavi Vatan üzerinden ABD ve AB’ye 2014 sonrası büyük bir manifesto vermiş oldu. Donanma gücünün gelişimi de bu manifestoda önemli rol oynadı.
GÜNÜMÜZÜN JEOPOLİTİK GERÇEKLİĞİ
Bugün ülkemiz ekonomik ve finansal dar boğaz içindedir. Kutuplaşma had safhadadır. Muhalefet yoktur. Sosyal Sözleşme ile Anayasanın laik ve demokratik omurgaları hasarlıdır. NATO Vilnius Zirvesi sonrası AB üyeliği vizyonu ile tekrardan Avrupa Atlantik rotaya geri dönme aşamasına girilmiştir. Bu durum her alanda Türkiye’yi jeopolitik tavizlere zorlamaktadır. İsveç’in NATO üyeliğine onay vermemiz bu sürecin sonucudur. Montrö Sözleşmesinin 87. Yıldönümü yaşanırken Rusya’nın İsveç’in NATO üyeliğine tepki kapsamında tahıl anlaşmasını iptal etmesi ile Karadeniz deniz ortamı son derece tehlikeli bir döneme girmiştir. Unutulmamalıdır ki bu denizde sadece Rusya ve Ukrayna yoktur. Çok küçük kıyısı ile Moldova’yı da sayarsak onların dışında 5 ülke daha vardır. Rusya’nın Ukrayna limanlarına yönelik ticaret gemilerini; Ukrayna’nın da Rusya’nın Azak Denizinde ve Kırım yarımadasında Ukrayna topraklarındaki limanlara gidecek gemileri askeri hedef olarak ilan etmesi Karadeniz’de İkinci Dünya Savaşından bu yana en üst seviyede çatışma riskini ve tarafsızların savaşta etkilenme durumunu ortaya çıkarmıştır. Bu durum Irak ile İran arasındaki savaşta yaşanan tanker savaşlarını hatırlatmaktadır. Hatırlayalım. Irak, batı desteği ile yürüttüğü savaşta İran ekonomisine zarar vermek için 1981 yılında tanker/ticaret gemisi savaşlarını başlatmış; bu savaşa sonra İran da katılmıştı. ABD de, Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve BAE’ye ait tankerlere Amerikan bayrağı çektirerek bu gemilere koruma sağlamıştı. 1988 yılına kadar 37 devlete ait 451 gemi saldırıya uğradı. Bu saldırıların beşte üçü Irak tarafından icra edildi. Gemilerin pek çoğu tamir edilemeyecek derecede ağır yara aldı, bazıları karaya oturdu. Sigorta ve navlun fiyatları katlandı. Karadeniz’de benzer bir senaryo sürpriz olmayacaktır. Türkiye’nin bugün için en önemli önceliği olası bir çatışma durumunda tarafsızlığını muhafaza etmek ve NATO, ABD ve AB baskılarına direnmek olmalıdır. Türkiye’nin hedefi Ukrayna Rusya çatışmasını sonlandırmaya katkı sağlamak ve asla Rusya ile rakip cepheleşmeye girmemek olmalıdır. Bu süreçte Ukrayna Devlet Başkanının NATO, ABD ve AB jeopolitiğine gönüllü desteği Türkiye jeopolitiğine emrivakiler yaratmamalıdır. Türkiye NATO’nun emrivaki tuzaklarına düşmemelidir. Diğer yandan dar boğazdan geçen Türkiye’ye batıdan mali destek vaadi ve AB üyeliği aldatmacası altında Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Ege’de tavizlerde bulunması için baskılar artacaktır. Sözde NATO müttefiklerimiz Vilnius Zirvesi sonrası yaşanan rota değişikliği paralelinde her cephede Türkiye’den jeopolitik taviz talep edebilir. AB üyeliği aldatmacası, altın tepside yeniden formatlanabilir. Bugün Kıbrıs’ta geri adım atmadan, Seville haritasına evet denmeden 10 milyona yakın göçmenin istilasına uğramış Türkiye’nin AB üyelik vizyonunun gerçekleşmeyeceğini bir kez daha hatırlatalım. Türkiye’nin NATO üyeliği ve AB vizyonu, çok kutuplu yeni dünya düzeninde Türkiye’yi 1945 sonrası düştüğü duruma yeniden düşürecek ve ABD’nin kenar kuşak jeopolitiğinin figüranı yapacaktır. Ne tarihimiz ne mevcut güç yapımız bunu hak etmiyor. Türkiye’nin jeopolitikte kuvvet çarpanı ve oyun değiştirici olan dünyanın en üstün coğrafi özelliklerine sahipliği artık ABD ve AB için değil devletin çıkarları için kullanılmalıdır. Kenar kuşakta ABD’nin ve NATO’nun jeopolitik bekçiliğinden kurtulmamız gerekir. Pax Britannica sırasında Alman İmparatorluğu yükselene kadar İngiltere’nin Süveyş Kanalı bekçiliğini yapmak üzere Rusya ile Akdeniz arasında tampon olarak kullanılan Osmanlıdan bu kez ABD’nin kenar kuşak bekçiliğini teslim almış olmamıza son vermemiz gerekir. Atatürk’ün Türk jeopolitiğini ve Türk coğrafyasını batıya muhtaç olmadan nasıl koruduğu herkese örnek olmalıdır. 1 Eylül 1922 tarihinde ordularına ilk hedef olarak Akdeniz’i gösterdiğini; Montrö ile Türk Boğazlarını geri aldıktan sonra İskenderun Körfezini emniyete almak üzere bir yıl sonra Hatay kamasını emperyalizmin böğrüne sapladığını; Vefatından bir yıl önce Kıbrıs için “Bu adaya dikkat ediniz kaybedilirse ikmal yollarımız tıkanır” direktifini verdiğini asla unutmamamız gerekir. Bu zor sınav döneminden Türkiye’yi kurtaracak tek reçete KEMALİST ekonomi, güvenlik ve savunma politikalarıdır. Temmuz ayı içinde yaşadığımız Lozan’ın 100’üncü; Montrö’nün 87’nci; Hatay’a Türk askerinin ilk girişinin 85’inci; Kıbrıs Girne’de kıyıbaşını tutuşumuzun 49’uncu yıl dönümü kutlu olsun. Şanlı Temmuz’un jeopolitik miraslarına sahip çıkalım.