İstanbul’un bitiş çizgisi: 25 milyon kişi

Nüfus artmaya devam ederse, İstanbul dediğimiz kentimizde yaşayabilecek miyiz? Örneğin suyumuz akacak mı? Enerji ihtiyacımız nasıl karşılanacak?

Derin Orhon

20 milyon için ile trafik sorunu bir kabus!..  Yollarda saatlerimiz geçiyor, sesimiz çıkmıyor. Yakın gelecekte iki misli taşıtla yaşamaya hazır mıyız? Dünyanın en pahalı yakıtı ile. Üstelik, emisyonlar; kanserojen yan ürünler işin cabası, bunların ne olduklarını bilmiyoruz ve ilgilenmiyoruz değil mi!..

Bu başlığı 2014 yılında Bilim Akademi’sine sunduğum bir konferansta kullanmıştım. O tarihte tesadüfen İstanbul’un nüfusu 14 milyonu geçmişti. Ben kabul edilemez bir hızla artan bu nüfus ile İstanbul’un altımızdan kaydığını ve yaşam kalitesinin geri çevrilmesi mümkün olmayacak düzeyde tahrip olduğunu elimdeki tüm bilimsel veriler ile açıklamaya çalışmıştım. Akademi üyeleri konuşmamı dikkatle dinlediler, ancak akademide hiçbir tepki oluşmadı. O gün, bu tür hayati konuları bilimsel camia ile paylaşmanın boş bir çaba olduğunu fark ettim.

Toplantıda, cehaletimiz nedeni ile, olumsuz gelişmelere umursamaz kaldığımız ve yanlış plan ve politikalara tepki vermediğimiz için İstanbul nüfusunun 2020’li yıllarda 20 milyonu geçeceğini 2040’lara doğru da 25 milyona ulaşacağını ifade etmiştim. Günümüz koşullarında, bu tahminin kısmen düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum; Resmi kayıtlara göre İstanbul’un nüfusu 16 milyon görünüyor; ancak yetkililerin bile ifade ettiği gibi yoğun sığınmacı göçü nedeni ile, gerçek nüfus 20 milyona dayanmış durumda. Onlarca ülkeden akan yabancıların İstanbul’u işgal etmesinin önü alınmaz ise nüfusun 2030’lu yıllarda 25 milyona ulaşmasına şaşmamak gerek!..

Pera Müzesi İstanbul’da en çok beğendiğim müzelerin başında gelir. Öğrencilerime bu müzeyi belli aralıklarla ziyaret etmelerini hep öneririm. Şu sırada müzede İstanbul’a Panoramik bakış sergileniyor: Muhteşem bir sergi!.. Esas itibarı ile bu sergide, Osmanlı’nın asırlar boyu İstanbul’u ve çevresini nasıl bir itina ile koruduğu ortaya konuyor. Osmanlı genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne belki de dünyanın en güzel ve karakterli kentini teslim etmiş;

1925 yılı itibarı resmi kayıtlar kentin nüfusunu bir milyon olarak gösteriyor (Şekil 1). Bu seviyenin, 2. Dünya Harbi yıllarında biraz düşmekle birlikte, kendini 25 yıl muhafaza ettiğini, daha sonra üniversite tahsiline başladığım 1960 yılında 1.8 milyona; Berkeley’e gidiş yılım olan 1968 yılında 2.6 milyona ve doktora sonrası İstanbul’a dönüş yılım olan 1972 de ise 3.3 milyona yükseldiğini görüyoruz: Kanımca, 1968-1972 dönemini çok önemsemek gerekir, çünkü artan nüfusun baskısı ile oluşan yapısal değişikler İstanbul’da doğanın çöküşünü başlatan önemli gelişmelere yol açmıştır: 

1968 yazında Suadiye’de envai-tür çiçek kokan sokaklar 1972 de, bahçe içindeki konutların yıkılıp apartmanlara dönüşmesi sonucu, lağım akan yollar haline gelmiş ve aynı dönemde, Marmara’da 15 m derinlikte dibi görünen berrak sular yosunlarla dolmuştur. Ben hayatım boyunca her yaz içinden çıkmadığım Marmara sularında1972’den sonra hiç yüzebildiğimi hatırlamıyorum. 

Bu noktada, nüfusu bırakıp insana bakmakta yarar olacağını düşünüyorum. İstanbul’un ekosistemi milyonlarca canlı türü içerir; bunların içinden sadece bir tanesi – insan - doğayı bilinçli olarak tahrip eder. İnsan sadece yararlandığı ortamı çevre olarak tanır, gerisi ile ilgilenmez; buna çevre bilimleri jargonu ile - yararlı kullanım - (benefi cial use) denir; suyunu kullanır, kirleterek çevreye boşaltır; ağacı keser, yakıt olarak kullanır; ormanı yok ederek tarlaya çevirir, eker biçer; taş ocağından taş ve mıcır çıkartır, kendisine ev ve yol yapar ve hülasa, bulabildiği tüm kaynakları kullanır. Sayısı çok artarsa, çevresindeki tüm kaynakları tüketir ve doğa çöktüğü için, kendi sonunu da hazırlamış olur: İşte, İstanbul’un hızla koşturduğu bitiş çizgisi bundan ibarettir. Bu trajik sonun mimarları bizleriz, hepimiz: İstanbul’da yaşayan herkes!..

İstanbullu bu tablo karşısında ne der peki?
Bu korkutucu tabloyu birilerine aktarmak gerek: Aydın kesim ile konuşabilmek mümkün değil; derhal konuya dalıp sadece şikâyet ederler. Yöneticilerin ise derdi çok, bizi dinlemek için vakit ayıramazlar. Belki de en iyisi, durumun vahametini İstanbul halkı ile paylaşmak; örneğin Kasımpaşa’da bir kahvede: 

“Bizler İstanbul’da yaşamıyoruz, barınıyoruz. Hayatımız evle iş arasında geçiyor; biraz semt kahvesi, biraz pazar alışverişi. Barındığımız semti geldiğimiz köye, kasabaya benzetmişiz. Bizler cehaletten besleniyoruz, barındığımız semte İstanbul diyoruz. Çevremiz nedir bilmediğimiz için ilgilenmiyoruz; çocuklarımızın deniz görmeden büyümesine aldırmıyoruz.

Nüfus artmaya devam ederse, İstanbul dediğimiz kentimizde yaşayabilecek miyiz? Örneğin suyumuz akacak mı? İstanbul’da su olmadığını biliyor muyuz? Kuyularımız kurudu; yer altı suyu tükendi. Barajlarımız göllerimiz yağmur suyu ile doluyor. Bu yıl olduğu gibi, bazen yağış yeterli olmuyor, o zaman endişe ile gök yüzüne bakıyoruz; tamamen dolu olsalar bile, bu su bizlere yetmiyor. Melen çayına kadar uzanıp o bölgenin suyuna ortak oluyoruz. Nüfus daha fazla artar ise ne yapacağız? Sıraya girip, su almak için mahalle çeşmesinde mi bekleyeceğiz? Bizler sürekli bir su sıkıntısı tehdidi ile yaşamaya hazır mıyız!.. 

Nüfusumuz giderek artarsa suya olduğu gibi daha fazla yiyeceğe de ihtiyacımız olacak. Zaten çoğumuzun parası yok, işi yok!.. Pazarlara bile ulaşamıyoruz. İstanbul’da üretemediğimiz için yiyecek nakliyatının fi yatı giderek artacak; bukatlanarak yiyecek fi yatlarına yansıyacak. O zaman ne yapacağız!.. Şu anda bizlerle birlikte İstanbul’da yaşayan 20 milyon nüfusun enerji tüketimi çok yüksek. Elektrik ve doğal gaz faturalarımızı ödeyemiyoruz; bu yüzden iş yerlerimizi kapatmak zorunda kalıyoruz. Kömür ve odun ihtiyacımıza paramız yetmiyor. Nüfusumuz sürekli artarsa, gelecekte daha ne kadar kömür ocağı açılmalı? Ne kadar ilave doğal gaz ithal edilmeli? Daha kaç tane HES’e, rüzgar türbinine, güneş paneline ihtiyaç olmalı?

Yıllardır bizimle birlikte yaşayan 20 milyon için trafi k sorunu bir kabus!.. Yollarda saatlerimiz geçiyor, sesimiz çıkmıyor. Yakın gelecekte iki misli taşıtla yaşamaya hazır mıyız? Dünyanın en pahalı yakıtı ile. Üstelik, emisyonlar; kanserojen yan ürünler işin cabası, bunların ne olduklarını bilmiyoruz ve ilgilenmiyoruz değil mi!..

Bizim mahallede park yok, dikili tek bir ağaç bile yok. Gelin yanımızda boş kalan büyük arsayı park yapalım. Çocuklarımız burada oynasın, nefes alsın; akşamları belki biz de oturur bir çay içeriz. Yoksa, buraya bir gecekondu dikip kasabamızdan akrabalarımızı, eşi dostu buraya mı çağırsak? Yahu, biz yıllardır park olmadan, ağaç görmeden yaşamaya alıştık. Daha fazlasına ne gerek var!...

Kanal İstanbul kabusu…
Nüfus daha da artarsa ne yapacağız? İstanbul’da kullanılabilir arazi tükendi. Gelecekteki nüfus için; kentin genişlemesine yer kalmadı!.. Aslında başta su olmak üzere, yeterli hiçbir doğal kaynak da yok. Ama bizler fark etmiyoruz, umursamıyoruz!.. O halde ne yapalım? Gerçi büyüklerimiz Kanal İstanbul diye bir proje ortaya attılar; bu projede, köyleri, tarım arazini ve hatta barajları bile yok edip konut alanları – uydu kentler – oluşturmaktan söz ediliyordu. Herhalde bu proje uygulanamayacak. O halde kuzeye, Kuzey Ormanlarına gözümüzü dikelim. Hazır oraya havaalanı yaptıktan ve yollar geçirdikten sonra, daha fazla ağaç kesip yeni yerleşim alanları yaratalım. Bu noktada, ben size “Kuzey ormanları bizim ihtiyaç duyduğumuz karbon çevriminde temel unsurumuz!.. Karbon dioksiti tüketen / dengeleyen büyük havuz!..20 milyonun nefes almasını sağlayan İstanbul’un en önemli çevresel kozu” desem: Bilmiyoruz!.. Peki, “Kuzey Ormanlarını yok etmek İstanbul’da doğal dengeye vurulabileceğimiz en büyük darbe!” diye devam etsem: Anlamadığımız için ilgilenmiyoruz. Ancak, büyük projelerimizle gurur duymaya devam ediyoruz!..

Ve deprem gerçeği
Son olarak, bizler için en önemli konu olan deprem; bilim adamları her gün medyada büyük bir İstanbul depreminin beklendiğini ve gerekli tedbirler alınmaz ise, bırakalım İstanbul’u, bu depremin Türkiye için büyük bir yıkım olacağını ifade ediyor. Bizler zaten büyük bir geçim sıkıntısı çekiyoruz, bunalıyoruz. Barındığımız bina bu depreme dayanır mı, bilmiyoruz. Artık köyümüze, kasabamıza dönmenin sırası gelmedi mi!. Konuşmanın bu noktasında kahvehane sahibinin devreye gireceğini ve bana “sizi yaşınıza hürmeten dinledik, yoruldunuz, çayınızı da içtiniz. Sizi daha fazla yormayalım, yolcu edelim” diyerek beni uğurlayacağını düşünüyorum.” 

Bir kenti tahrip etmek istiyorsanız çok düşünmenize gerek yok, sadece nüfusunu sürekli artırın yeterli olur. Hele İstanbul’da olduğu gibi bu artışı Suriyeli sığınmacılarla, Afgan kaçaklarıyla, türlü Afrikalılarla sağlarsanız, sadece fiziksel yapısını değil, sosyal ve kültürel değerlerini de yok edebilirsiniz. Pera olarak miras aldığımız İstiklal Caddesine bir bakalım; 1960-1968 yılları arasında bu cadde benim İstanbul’da en fazla keyif aldığım yerlerin başında gelirdi. Şimdi ne oldu: Unutulmaz Sinema salonları kapandı, yıkıldı; Ulvi Urazların, Haldun Dormenlerin, Muammer Karacaların, Ferhan Şensoyların Gazanfer Özcanların muhteşem tiyatroları yok oldu; Abdullah, Degüstasyon, Fisher, Rejans ve daha birçok tarihi lokanta kapandı; Başta Hachette olmak üzere, nadide kitapçılar kepenklerini kapattı. Şık mağazalar caddeden kaçtı. Caddenin alametifarikası (değerli göstergesi) ve duvarlarında Vivaldi’nin dört mevsimini yansıtan eşsiz çini panoları ile İstanbul’un incisi Markiz pastanesinin fast-food satan bir büfeye dönüşmesine İstanbul Belediyesi kayıtsız kaldı; Hala da, İstanbul’un bu tarihi mekana yeniden kavuşması için hiçbir çaba içinde değil!. Daha başka ne olabilir!.. Ama, İstanbul’da barınanların çıtı çıkmıyor. 

Peki ne yapalım?
Bizle birlikte İstanbul’da 25 milyonun yaşamaya çalışmasına, kâbus gibi bir yaşam düzeyine razı mıyız? İstanbul’un çölleşmesine, doğanın çöküşüne dur diyebilecek miyiz? Kurtuluş, ancak, biraz vatan ve İstanbul sevgisi ışığında, akıl ve kararlılıkla tasarlanan bir masterplan’la belki uzun vadede gerçekleşebilir; Ana hatları ile, öncelikle kentin yabancılardan temizlenmesi; daha sonra Sanayi’nin İstanbul dışına taşınarak Anadolu’da ucuz imalat imkanı ve işgücü talebi yaratılması; beraberinde bir tarım reformu çerçevesinde tarımın cazip hale getirilmesi sonucunda nüfusun 10 milyon düzeyine çekilmesi ve İstanbul’un bir tarih, doğa, kültür merkezi hüviyetini tekrar kavuşması!. Bunu bir hayal olduğunu hepimiz biliyoruz ama, benim de elimde sadece bu hayali ifade etme özgürlüğüm kaldığı için, hoşgörünüze sığınmak istiyorum. Gerçek hayata dönersek, İstanbul 25 milyon koşusuna devam eder; yorulanlar giderek küçülen kurtarılmış bölgelerde dinlenebilir!..

Kaynak: HBT

Yurt Haberleri

Sis nedeniyle duran feribot seferleri yeniden başladı
Meteorolojik uyarının ardından yük gemileri Sinop'un doğal limanına sığındı
Rize sahilinde patlamamış mühimmat bulundu
Yalova'da gönüllü polisler zorlu eğitimlerle gemi adamı olmaya hazırlanıyor
Ege Denizi'nde 4,4 büyüklüğünde deprem