Gazze’den Kıbrıs dersleri 

Bugün Filistin’de, gerek Gazze’de gerek Batı Şeria’da yaşanan felaketler ile Kıbrıs’ta 22 Temmuz 1878’den 20 Temmuz 1974’e kadar yaşanan felaketler büyük benzerlikler içeriyor.

Cem Gürdeniz - Emekli Tümamiral

Kıbrıs’ı 1878’de Filistin’i Birinci Dünya Savaşı sonunda 1918’de İngiltere’ye karşı kaybettik. Her ikisinin eski sahipleri yani Filistinliler ve Türkler arkasına Anglosakson deniz hegemonlarının gücünü ve desteğini alan sözde yeni sahipleri yani Siyonistler ve Rumlar tarafından değişik zamanlarda etnik temizliğe maruz kaldılar. Kıbrıs Türkleri 1974’te anavatan Türkiye sayesinde bu gidişe "dur" dedi, Türk ordusu sayesinde son sözü söyleyerek tarihteki onurlu yerini aldı. Filistinli Arapların trajedisi katlanarak devam ediyor. Soykırım aşamasına varan Gazze savaşı Netenyahu Hükümeti iktidarda kaldığı sürece nihai hedef olan Gazze ve Batı Şeria’nın tamamen işgal edilmesi ve buradaki nüfusun Mısır ve Ürdün’e sürülmesi ile bitmeye adaydır. Dünya kamuoyunun büyük baskısına rağmen İsrail Hükümeti, rota değişikliği yapmıyor. Gazze’de Uluslararası Adalet Divanının tanımıyla "makul bir iddia ile soykırıma yakın durum" devam ediyor. Ateş gücü, açlık, salgın hastalık ve diğer amiller sınır tanımadan can almaya devam ediyor. Çoğunluğu kadın, çocuk ve zayıflar olmak üzere Gazze’de ölü sayısı 32 bini, yaralı sayısı ise 74 bini geçti. İnsanlık tarihinin dijital iletişim çağında naklen kaydettiği katliamda devletler hukuku, uluslararası silahlı çatışma hukuku ve Cenevre Sözleşmelerinin insanı, insan hayatını ve onurunu koruyan maddelerinin hiçbiri uygulanmıyor. İsrail’i hiçbir güç durduramıyor. Şüphesiz artık ABD’nin şampiyonluğunu yaptığı kural temelli düzenin (rules based order) İsrail üzerinden tamamen yok edildiği bir dünyada yaşıyoruz. ABD’nin soğuk savaş sonrası Irak, Afganistan, Libya ve Suriye’de kural temelli düzeni yerle bir eden saldırılarından sonra İsrail’in de onu örnek alarak ya da kendisine hamisi ABD tarafından "kişiye özel hoşgörü" gösterileceği kabulü üzerinden saldırılarını sürdürüyor. 

FİLİSTİN’DEKİ DURUM
25 Mart 2024 tarihinde BM Güvenlik Konseyi, 10 geçici üyesi tarafından gündeme alınan Ramazan ayında Gazze’de geçici ateşkes talep eden bir kararı, 14 lehte ve bir çekimser (ABD) oy ile kabul etti. 2728 sayılı karar aynı zamanda rehinelerin derhal serbest bırakılması ve Gazze’ye insani erişimin sağlanması çağrısında da bulunuyor. Karar kalıcı bir ateşkesi içermiyor. Karara uymaması halinde İsrail’e karşı bir yaptırım gücü de yok. Aynı durum Güney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail’e karşı açmış olduğu soykırım davasında Uluslararası Adalet Divanının aldığı kararda da yaşanmıştı. İsrail geçici olsun olmasın ateşkes çağrılarının hiç birisine zaten uymuyor. Ancak en az bu durum kadar vahim olan BM Güvenlik Konseyinin kararından sonra ABD, BM Daimî Temsilcisinin ateşkes kararının bağlayıcı olmadığını söyleyerek ABD’nin konumunu netleştirmesidir. Diğer yandan 29 Mart 2024 tarihli Washington Post Gazetesinde John Hudson imzalı haberde ABD’nin geçen hafta İsrail’e 2,5 milyar dolarlık askeri malzeme satışına onay verdiği duyuruldu. Satış 25 adet F35 uçağı ile Gazze’de kullanılan 2300 adet Mk82 ve Mk83 uçak bombalarının da bulunduğu geniş bir paketi içeriyor. Satışın İsrail Savunma Bakanının hafta içinde yaptığı Washington DC ziyaretinden sonra onaylandığına dikkat çekelim. ABD’de İsrail aleyhinde ciddi bir kamuoyunun oluştuğu bir konjonktürde Biden ile Netanyahu’nun özellikle Gazze’de yaşananlar ve iki devletli çözüm konusunda ters düştükleri resmini vermelerinin bir aldatma taktiği olduğu yaşananlardan anlaşılıyor. ABD BM Daimî Temsilcisinin, kararın bağlayıcı olmadığı yorumunu yapabilmesi ve ABD Dışişleri Bakanlığı marifeti ile İsrail’e 2,5 milyar dolarlık askeri malzeme satışına onay verilmesi Biden’ın Filistin lehindeki açıklama ve yorumlarının iyi polis rolünde açıklamalarının içinin bomboş olduğunu gösteriyor. Yahudi finansörlerin seçim bağışlarına ve Yahudi oylarına ihtiyaç duyan Demokrat Parti Neoconlarının ABD’nin Ortadoğu’daki jeopolitik kalesi İsrail’i her koşulda desteklemeye devam edeceğini ve Filistin’in özellikle 5 Kasım ABD Başkanlık seçimlerine kadar acılarının artarak devam edeceğini söyleyebiliriz. 

KIBRIS’IN DURUMU
Bugün Gazze’de ve Batı Şeria’da yaşanan insanlık düşmanı acımasızlıklar şüphe yok ki eğer 50 yıl önce Kıbrıs Barış Harekâtı yaşanmamış olsaydı bugün Kıbrıs’ta da yaşanıyor olurdu.  Adanın II. Abdülhamit iktidarında 1878 sonrası 100 yıllığına kiralanmış statüde İngiliz sömürgesine dönüşmesinden sonra Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türk egemenliği tamamen ortadan kalktı. 1948 yılında Kıbrıs’ta İngilizlerin önerdiği özerklik planını nüfus çoğunluğu olan Rumların reddetmesiyle kriz başladı. Rumlar adanın tamamını istiyordu. Enosis, yani Yunanistan ile birleşme emeli hortlamıştı. 1954 yılında konu BM’ye taşındığında Türkiye ve Yunanistan artık karşı kamplardaydı. Bu durum İngiltere’nin işine geliyordu. Zira bağımsızlığa kavuşmakta olan Malta’daki stratejik deniz üssünü kaybetme sürecine başlayan İngiltere, Kıbrıs’ta da aynı sonuçla karşılaşmak istemiyordu. Adadaki İngiltere karşıtı bağımsızlık hareketinin enerjisi, Türk – Rum düşmanlığı ile dengelenmeliydi. İstanbul’daki 6-7 Eylül 1955 olayları tam zamanında imdadına yetişti. Artık, Atatürk ile başlayan 32 yıllık Türk Yunan dostluk dönemi kapanmıştı. 

KIBRIS CUMHURİYETİ
1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda da Enosis hedefi ortadan kalkmadı. Sadece donduruldu. Yeni devlet 3 yıl yaşadı. BM’nin meşru devlet olarak kabul ettiği bu eşit ortaklık devleti 1963 tarihinde Rumların iradesi ile son buldu. İngiltere, iki egemen üs karşılığında adanın bağımsızlığını tanıyınca İngilizlere karşı örgütlenen EOKA’cılar tüm enerjilerini Türklerden kurtulmaya verdi. Artık onlar için Türkler adadan sürülmesi gereken düşmandı. Etnik temizlik kaçınılmazdı. 1955 yılında ayrılıkçı faşist EOKA’nın ilk saldırısında yedi Türk katledildi. Beş yıl içinde adanın hiçbirinde Türklerin can güvenliği kalmadı. 1960‘daki Gazi Köy ve Vasilya katliamlarında 150 Türk kurşunlandı ve öldürüldü. Kanlı Noel saldırısı olarak yaşanan 20 Aralık 1963 gecesinde 128 Türk uykularında öldürüldü. Rumların madalya vererek onurlandırdığı Hristos Savvas adlı eski bir EOKA’cı itiraflarında, yaşananları şöyle anlatıyordu: "Kasım 1963’de, Yunan Alayındaki (ELDIK) eğitim sırasında personele Türkler aleyhine düşmanlık dolu söylevler verilirdi… Bu sırada 25 Aralık 1963’te, Türklere saldırılacağı, 100 bin Türk’ün, kedilerine kadar katledileceği söylendi…nitekim daha sonra saldırılar başladı ancak Makarios, Türkiye müdahaleye hazırlanıyor, saldırıları durdurun talimatı vererek süreci durdurdu." 1964 yılında Grivas isimli Yunanlı faşist generalin kumandasında Enosis’e destek için adaya 20 bin Yunan askerinin getirilmesi söz konusu rezaletin son perdesi oldu. Diğer taraftan Türkiye, 1964 ve 1967 yıllarında her türlü abluka, ambargo, tecrit ve katliamlara maruz kalan ada Türklerini korumak için müdahale etmek istedi ancak gerek askeri, gerekse siyasi konjonktür böyle bir iradeye izin vermedi. 5 Haziran 1964 tarihli ABD Başkanı Johnson’un İnönü’ye mektubu belleklerdedir. 1967 Erenköy olaylarında sadece hava kuvvetlerini kullanarak bir caydırma sağlayabildi. 9 Eylül 1964 günü Apoyevmatini Gazetesine demeç veren Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios şöyle söylüyordu: "Yüce gayem Enosis’tir…Enosis’tir ve Enosis olarak kalacaktır…Eğer tek gayem varsa, o da ismimin Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesiyle ve Yunanistan’ın sınırlarının Kuzey Afrika sahillerine kadar uzanmasıyla münasebeti olmasıdır." 1969-71 arasında 103 Türk köyü talan, 107 cami yok edildi. Çoğu çocuk 388 Türk öldürüldü. 

SAMSPON DARBESİ VE KURTULUŞ SÜRECİ
Yunan cuntası emrindeki EOKA ‘nın azılı teröristi Nikos Sampson 15 Temmuz 1974 sabahı bir darbe ile Yunanistan’la siyasi birleşme -ENOSİS- sürecini başlattı. Başaramadı. Makarios Malta Adasına kaçırıldı ve Sampson Türk Ordusu ve Donanmasının müdahalesi sonunda adayı terk etmek zorunda kaldı. Türkiye darbeden 120 saat sonra adada Girne’de kıyıbaşını tutmuştu. Daha sonra yayınladığı hatıratında Sampson şöyle diyordu: "Türkiye müdahale etmesiydi, sadece Enosis’i ilan edip Yunanistan’la birleşmekle kalmayıp, Kıbrıs’taki Türkleri tümüyle yok edecektim… Kıbrıslı Rumların inancı adanın tümüyle onlara ait olduğu ve Türklerin varlığına ancak onlara tabi, uslu bir azınlık olarak tahammül edilebileceği yönündeydi." EOKA militanı terörist Sampson hatıratında ayrıca şunu yazmıştı: "Dedim ya biz insan öldürmedik. Düşman öldürdük…"  20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında 258 Kıbrıs Türk’ü ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden yani ana vatandan 31 subay, 20 astsubay ve 447 er şehit oldu. Aynı dönemde Taşkent, Terazi ve Mari köylerinde 70; Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde 120 sivil topluca öldürüldü. Güney Kıbrıs’ın eski Başkanlarından Klerides yazdığı 4 ciltlik "İfadem" adlı hatıratında Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Enosis için kendilerinin yıktığını, bu amaçla gizli bir ordu oluşturduklarını ve Akritas Planı’nı yaptıklarını itiraf etmiş ve planın tam metnini de kitabında yayınlamıştır. Klerides, 2010 yılında Fileleftheros gazetesinde yayınlanan bir başka ifşaatında şöyle diyordu: "Teslim olmalarını ve diz çökmelerini sağlamak için Kıbrıs Türklerini gettolara kapattık." Rumların gözünde Türklerin eşit ve ortak bir değeri yoktu. Onlar için Türkler asla kurucu ortak ve yönetimde iş birliği yapılacak varlıklar değildi. İkinci sınıf ve bazılarına göre insan dışı barbar varlıklardı. Yunan milli marşı zaten bu yaklaşımın en somut örneğini veriyordu: "Derin Okyanus/İşte böyle uğuldasın isterdim. Ve dalgasında boğulsun, Her Türk tohumu."

GAZZE’DEN KKTC DERSLERİ
Kıbrıs Barış Harekâtı ile Türkler 1878 sonrası ilk kez adanın Anadolu yarımadasına bakan kuzey tarafında homojen bir yapı içinde milli bütünlüğe kavuştular. 17 Kasım 1983’te ilan edilen KKTC, ile söz konusu bütünlük jeopolitik mühürlendi. Adadaki toprakların %36’sı kıyılarının %52’si Türk egemenliğindedir. KKTC devletini hiç kimse tanımasa da anavatan ile sağlanan söz konusu jeopolitik bütünlük sadece adadaki Türklerin güvencesi değil, aynı zamanda Anadolu yarımadasının da güvencesidir. Kıbrıs Türklerinin adada dağınık ve Türkiye güvencesi dışında yaşadığı dönemlerde başına gelenler ortadadır. Bugün kimsenin şüphesi olmasın 20 Temmuz 1974 sonrası adaya yerleşen Türk kolordusu geri çekildiğinde adadaki durum kısa sürede Gazze’de yaşananları aratmaz. Türkiye adaya müdahale etmek istese de başarılı bir amfibi harekâtı çok büyük kayıplarla icra edebilir. Zira Kıbrıs Rumlarının arkasında duran ABD, Yunanistan, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere tüm kolektif batı Türk askerî harekâtını önler. Askeri tarihin temel dersleri arasındadır: Bir adadan gönüllü olarak askerinizi çekerseniz bir daha sizi o adaya çıkartmazlar. İçimizdeki mandacıların anlamadığı konu işte budur. Anglosakson denizci irade Türklerin Kıbrıs gibi kenar kuşak, İsrail ve enerji jeopolitiğinde anahtar rol oynayan bir coğrafyanın yarısının Türklerin kontrolünde olmasına izin vermez. 1983’te KKTC ilanı ile hegemonyaya büyük bir hamle yapılmıştır. Bu kan davası halen devam etmektedir. İçimizdeki mandacılar, sözde "çözüm süreci" adı altında 1975 yılından itibaren Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine dayatılan bu sürecin adadaki Rum yönetimini KKTC halkını da temsil eden meşru bir yapı olarak görmesine itiraz etmediler. Maalesef 2004 yılında Dışişleri Bakanlığımız ve dönemin Genelkurmay Başkanı ve II. Başkanı tarafından da desteklenen, sefil Annan Planına Ankara evet dedi. Kıbrıs Türklerinin "Yes be annem" sloganı ile plana evet demelerini teşvik ettiler. Rumlar hayır demese bugün yıkım süreci çoktan tamamlanmış olurdu. 

KKTC’DEKİ HATALAR ZİNCİRİ
KKTC, dünya demokrasi gelişmişliği endeksi içinde Ankara’ya kıyasla çok üst ligde yer alıyor. Ancak aynı şeyi vatana ve jeopolitik çıkarlara sadakat konusunda söylememiz zordur.  KKTC’de öyle gazeteler ve televizyon istasyonları var ki, Türkiye’ye, Kıbrıs Türklüğüne ve genelde Türklüğe küfretmek serbesttir. Öyle siyasetçiler var ki Türk kimliği olmayan birleşik Kıbrıs’ı savunur durumdadırlar. Rumları ve vahşetlerini aklamak için 1960 birlikteliğini bozan tarafın neredeyse Türkler olduğunu iddia edecek kadar aymazlık içindedirler. 1993 yılında Eğitim Bakanı olan eski Cumhurbaşkanı CTP’li Mehmet Ali Talat bakanlığının ilk icraatı olarak Türklerin katledildiği ve şehit verilen Magosa Alasya İlkokulunu müze yapmak yerine yıktırmıştı. Sonraki Türkiye aleyhtarı Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı da Ledra Palas giriş kapısında bulunan Gazeteci Sabahattin İsmail’in Rum barbarlığını ve vahşetini yansıtan daimî fotoğraf sergisini kaldırtmıştı. KKTC’de bugün de sendikaların ve sol partilerin ve gazetelerin önemli bir kısmı Rumları aklayıcı çaba içindedirler. Enosis gözlüğü ile Akritasçı, İfestos’çu Rumların histerik çıkarlarını barış gazeteciliği adı altında savunan, on yıllarca ezilen ve aşağılanan akrabalarını yok sayan, mücahitlere katil muamelesi yapan gazeteciler mi ararsınız; hepsi mevcut. Bu arada KKTC gazeteleri dönemin Cumhurbaşkanı Akıncı’nın 2017 Temmuz’unda Cras Montana’da yapılan sözde çözüm süreci görüşmelerinde Karpas ve Maraş dahil pek çok stratejik alanın Rumlara bırakıldığı haritayı, kendi iradesi ile BM yetkilileri dışında Rum tarafına verdiğini ortaya çıkardı. Düşünebiliyor musunuz? KKTC’nin en yüksek mevkiinde bulunan lideri mutlak egemenlik alanlarını kendi parlamentosuna ve hükümetine danışmadan ve onayını almadan halen bir ateşkes ile dondurulmuş olan savaş sürecinde yavru vatanın en kritik bölgelerini kendi tapulu malı gibi Rum Yönetimine bırakabiliyor.

ANKARA’DAKİ HATALAR ZİNCİRİ
Hatalar zinciri sadece KKTC’deki mandacılara ait değil. Ankara’nın da sicili kabarık. Annan Planı rezaletinden ders çıkaramamışların aymazlığının yaşandığı vakalar mevcut. Bu kapsamda en önemli konu şüphesiz adadaki Türk askeri varlığıdır. Hegemonya için KKTC’de Türk ordusunun adadan geri çekilmesi en önemli hedeftir. 2017 yılında Başpiskopos Hrisostomos şöyle diyordu: "Çözümde, Türkiye’nin müdahale hakkının olmaması gerekir. Ada, Türk askerinden ve yerleşiklerden kurtarılmalıdır. Türkiyesiz bir Kıbrıs istiyoruz." Bugüne kadar BM denetiminde Federal Çözüm adı altında yürütülen tüm görüşme süreçlerinde Türk tarafına en büyük baskı daima bu konuda gelmiştir. Annan Planı Rum tarafınca onaylanmış olsaydı 2004 sonrası kademeli olarak adada Türk askeri kalmayacaktı.  Rum arsızlığı 2004 yılında bizi kurtardı. Ancak ikinci darbe 2017’de tekrarlandı. 7 Temmuz 2017 tarihinde başarısızlıkla sonuçlanan sözde çözüm sürecinin Crans Montana 5’li Konferansı sonrası dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın oteldeki basın toplantısında bu aymazlığın ispatını görebiliyoruz. Akıncı şunları söylemişti: "Guterres (BM Genel Sekreteri), mevcut ‘’Güvenlik ve Garantiler” sisteminin yerine yenisinin getirilebileceği düşüncelerini paylaştı…" Konferansta, Rumların başından itibaren adada "sıfır asker, sıfır garanti" söyleminden vazgeçmediğini vurgulayan Akıncı, konferansın Rumların aynı söylemiyle bittiğini kaydederek devam etti: "Bu çerçevede şunun altını çizmemde yarar var: ‘Türkiye bu konuda hiç yardımcı olmadı, hiç açılım yapmadı’ deniyor. Bu nereden çıkarsa çıksın doğru bir haber ve doğru bir yaklaşım değildir. Doğrusu, Türkiye bu konularda istekli davrandı. Bu konularda adım atmaya hazır olduğunu ve daha da fazlasını yapabileceğinin sinyallerini Genel Sekreter’e de verdi… Bunun ötesinde askerde ciddi bir indirimin olacağı zaten öteden beri biliniyordu." Basın toplantısından tam bir hafta sonra 10 Temmuz 2017 günü, KKTC’de Akıncıya yakın Gazete 360’ın Aysu Basri Akter isimli yazarının "İşte Crans Montana’daki Gerçekler" başlıklı haberi gündeme düştü.  Bu gazeteci Akıncı’yı teyit ediyordu. Dışişleri, konferansın ilk günü, anlaşma sağlandığı takdirde adadan önemli miktarda asker çekebileceğini, çözüm sürecinin izlenmesiyle birlikte, tercihen iki dönem bir Kıbrıslı Türk’ün başkan olmasının ardından, her şey yolunda giderse, sadece sembolik düzeyde (650) asker bırakabileceğini söylemişti. Türkiye’deki FETÖ darbe girişiminden neredeyse tam bir yıl sonra yapılan Crans Montana konferansında güvenlik konularında verilmesi düşünülen tavizlerin büyüklüğüne bakınca hem KKTC hem Türkiye hem de Mavi Vatan adına endişeye kapılmamak mümkün değil. Türkiye’nin adadan asker çekmesi, güneyden kuşatılmışlığa evet demek ve Kıbrıs Türklerinin can güvenliğini kumar masasına sürmek ile eş değerdir. Hatırlatalım, 2016 FETÖ darbe girişiminden kısa süre sonra GKRY eski (DİSİ) Milletvekili Hristos Rotsas, “Türkiye’deki darbe gecesi büyük bir fırsat kaçırıldı. Esir Kıbrıs 42 yıl eli-ayağı bağlı pasif oturmasaydı, dün gece belki de Kıbrıs’ın gecesi olacaktı… Attila’ya Saldırabilirdik. Büyük fırsat kaçırdık” demişti. Hatırlatalım, GKRY’de terhis olan her askerin evine giderken makineli piyade tüfeği ve yüzlerce mermi istihkakı ile gittiğini ve ayrıca kişi başına silahlanmada Güney Kıbrıs Rumlarının dünya sıralamasında üst ligde yer aldığını hatırlatalım. En azından 100 bin evde makineli tüfek ve mermi varlığından bahsediyoruz. 

FEDERASYON SÜRECİ VE İSRAİL’E TOPRAK SATIŞLARI
Federasyon Süreci ve İsrail’e Toprak Satışları. Bugün küresel jeopolitik denklemlerin alt üst olduğu tek kutuplu dünyanın çok kutuplu düzene dönüştüğü bir konjonktürde KKTC’nin bağımsız varlığı Ankara ve Türk Dünyası için çok hayatidir. Ancak hegemonya henüz federasyon çözümden vaz geçmemiştir. Geçen sene BM Genel Sekreteri Kıbrıs’ta yeniden müzakere masası kurmak için ortak bir zemin olup olmadığına dönük çalışmalarını yoğunlaştırdı ve Kıbrıs Kişisel Temsilcisi olarak Maria Angela Holguin Cuellar’ı arabulucu görevine atadı. Holguin taraflar arasında ortak zemin olup olmadığına ilişkin görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerin tamamlanması sonrasında Genel Sekreter Guterres, KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı 5 Nisan 2024 tarihinde New York’a davet etti.  Dilerim, KKTC Cumhurbaşkanı bağımsız KKTC’den taviz vermeden ve federasyon çözüm sürecine tüm kapıları kapayarak geri döner. Dilerim, 25 Mart 2024 günü TMT Mücahitler Derneği Kongresinde yaptığı konuşmada söylediği “Kıbrıs Türk’ü bağımsız bir cumhuriyette eşit hakları ile yer almak istemektedir. İki devletli bir anlaşma olmazsa, KKTC ile yolumuza devam edeceğiz” sözleri dil sürçmesi olarak kayıtlarda yerini alır. Ayrıca dilerim KKTC Cumhurbaşkanı Gazze’de yaşananlardan ders çıkarmış olur. Hafta içinde Amerika’nın Sesi Türkçe’de yer alan haber bu konuda endişelerimizi tetikledi. Habere göre yabancılara mülk konusunda Cumhurbaşkanı ile eski Başbakan ters düşmüş durumda. Tatar, "Yabancılar geldi Kıbrıs’ı işgal etti’, ben buna inanmıyorum. İsrail bizim düşmanımız değil ki tehdit olsun" ifadelerini kullanmış. Eski Başbakan Sucuoğlu ise "Kuzey’de de Güney’de de mal alıyorlar. En çok satış Gazimağusa’nın İskele bölgesi ile Gaziveren köyünde…Rusya, Ukrayna, Polonya gibi ülkelerden yabancı uyruklulara baktığınızda da Yahudi kökenli olduğunu görebiliyoruz" ifadelerini kullanmış. İsrail doğrudan KKTC’nin düşmanı olmayabilir. Ancak şu an Gazze’de yaşanan soykırım ve İsrail’in hiçbir şekilde uluslararası hukuk ve ahlak normlarına uymadığı gerçeği, onları tüm dünyanın karşısında konumlandırıyor. Diğer yandan bugün İsrail vatandaşlarının adada 20 bin konutunun mevcut olduğunu, yeminli Türk ve Türklük düşmanı Güney Kıbrıs ordusunun eğitim ve gelişimi için ortak tatbikat ve silahlanma programları yürütecek derecede büyük gayret içinde bulunduğunu ve Kıbrıs adasının güneyi ve kuzeyi ile İsrail jeopolitiğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu hatırlatalım. KKTC’de mülk alan İsrail vatandaşlarının gelecekte adada yaşanabilecek hatalar ve kışkırtmalar zinciri içinde KKTC ve Türkiye karşısında konumlanmayacaklarının ve İsrail’in onları koruma hakkını stratejik gerekçeler çerçevesinde kullanmayacağının garantisi var mıdır? 

ANKARA’YA TAVSİYELER
Dışişlerimiz, Anadolu ve Trakya yarımadaları ile Türk Boğazları gibi deniz jeopolitiğimizin asli hazinelerini güneyden koruyan, Türkiye’nin ileriden savunmasındaki güney kalemiz KKTC’yi ve Türk dünyasının ilk ada Türk devletini ortadan kaldıracak; asker sayımızı 30 binlerden 650’ye düşürecek Annan Planına 2004 baharında destek istiyor; 2016 FETÖ darbe girişiminden bir yıl sonra 2017 Crans Montana Görüşmelerinde asker çekme seçeneğini tekrar gündeme getiriyordu. Adeta KKTC’nin ordusuz kalmasına onay veriyordu. Ordusuz kalmanın sonucunu Gazze soykırımından daha kötü bir örneği olamaz. İnsani değerleri kalmamış bir güçlünün zayıf karşısında neler yapabileceğinin her türlü örneğini naklen izliyoruz. İsrail ve ABD’nin birleşik gücünün insan dediğimiz canlı türüne jeopolitik çıkarları söz konusu olduğunda ne şekilde baktığının karanlık bir dönemini yaşıyoruz. Dilerim Ankara, mali kriz nedeniyle tekrar aborda olduğu ABD gemisine çok güvenmez. ABD ve AB, 14 Mayıs 2023 seçimleri sonrası Asya ile yaşanacak büyük hesaplaşmada Türkiye’yi yanlarına çekmek için yeni bir strateji uygulamasına geçti.  Türkiye’nin finansal krizi kullanılarak ve manipüle edilerek iktidar tavizlere zorlandı. Diğer yandan dünya bankasından 1,5 milyar USD kredinin çekildiğinin açıklandığı bugünlerde kolektif batı, müesses Türk medyasını da kullanarak  Türkiye’nin gururunu okşayacak her türlü açıklama ve hamleleri üst üste yapmaya başladı. Bu sürecin sonunun jeopolitik tavizler olacağını söylemeye gerek yok. Karadeniz’de kışkırtmalara dur diyemiyoruz. Romen hava sahasını korumak üzere F16 filomuzu gönderiyoruz. Akdeniz’de kendi Mavi Vatanınızda yaprak kımıldamazken, Somali’de ABD çıkarları için deniz gücümüzün davet edilmesine onay veriyoruz. İçimizdeki mandacılar, batı karşısında ciddi dosyası olanlarla batılıya karşı aşağılık kompleksi olanlar yüzünden Ankara’nın bu tavizlere devam etme olasılığının yüksek olduğunu söyleyelim. Yeni bir dünya kuruluyor. ABD, bu düzene geçişte 1939-1952 arasında özgürlükleri için kendi kanını akıttığı Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Japonya, Güney Kore’den kayıtsız şartsız vekillik ve tarafgirlik isteyebilir. Ama bizden isteyemez. Çok şükür bu toprakları sadece Türk kanı ile kurtardık ve koruduk. Tekrar hatırlatalım 13 Kasım 1918’de en karanlık işgal gününde Tümgeneral Mustafa Kemal ne demişti: GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER.

(Bugün yapılacak yerel seçimlerin barış ve huzur içinde yürütülmesi ve sonuçlanmasını dilerim. Her ne kadar Türkiye’mizde siyasi kurumsallaşma süreci, siyasi katılımın çok gerisinde kalmış olsa da bu seçimlerin en azından siyasi çürümeye dur demesini dilerim.)

Güncel Haberleri

Çin gemi inşa kapasitesi ABD’nin 232 katına erişti
ABD, 4 kuruluşa ait 6 gemiyi "engellenen mülk" olarak tanımlandı
Türk denizciye ulaşılamıyor
NATO Daimi Mayın Karşı Tedbirleri Deniz Görev Grubu-2'nin komutası Türkiye'ye geçti
NATO'nun "Yılın Fotoğrafı" oylamasında birincilik Türkiye'nin