Cem GÜRDENİZ - Emekli Tümamiral
BÜYÜK BİR ANAFOR İÇİNDEYİZ
Son bir ay içinde arkasında NATO devletlerindeki sözde müttefiklerimizin olduğu PKK, PYD/YPG grupları 21 askerimizi şehit ediyor, Amerikalı Bakan Yardımcısı Türkiye’ye Montrö dayatması yapabiliyor, Doğu Akdeniz’de Gazze’de, başta ABD olmak üzere NATO müttefiklerinin gözü önünde İsrail adeta Filistinli soykırımı yapıyor; Yemen ve Güney Afrika Cumhuriyeti dışında hiçbir devlet somut tepki vermiyor. Ukrayna, Zelensky liderliğinde Amerikan jeopolitiği için her geçen gün kan kaybederken ABD ve İngiltere, Rusya’nın zayıflatılması için Türkiye’nin de içine çekilmek istendiği her türlü kışkırtmaya Karadeniz’de devam ediyor. Dünyada her geçen gün barış ortamından kriz ve savaş ortamına geçilirken, Türkiye büyük bir gururla savaş ortamını daha da alevlendirecek şekilde önce Finlandiya sonra da İsveç’in NATO üyeliğini meclisinde iktidar ve ana muhalefetiyle birlikte onaylıyor. Soğuk Savaş sonrası dönemin en büyük NATO tatbikatına katılacağını vaveyla ve gururla açıklıyor. Devlete 15 Temmuz 2016 akşamı tüm gücü ve nefreti ile saldıran Amerikancı ve İslam referanslı FETÖ’nün ABD himayesinde kalmaya ve Washington’un örgüt liderini Türkiye’ye teslim etmemeye devam etmesine rağmen ABD’nin Türkiye’ye F 16 satışına karar vermesi sonrası FETÖ’cülerimiz ve mandacılarımız ile pusulası şaşmış teslimiyetçilerimiz mutluluktan histeri krizleri geçiriyor. Kısacası Türkiye, coğrafyasının ve tarihinin dayattığı koşulları zamanın ruhunun tam aksi yönünde değerlendiriyor. İktidarı anlıyoruz. Ekonomik sıkıntıları var. Ülkede kontrol edilemez boyutta ekonomik kriz, yolsuzluk, etnik ve dini kutuplaşmalar var. Ancak ana muhalefeti anlamak olası değil. En basitinden karşıt fikir bile çıkarmıyorlar.
PEKİ, BUGÜNLERE NASIL GELDİK?
Türkiye’nin jeopolitik kölelik dönemi Atatürk’ün vefatından bir yıl sonra başladı. Bu kölelik döneminin yazılımında bugün de Osmanlının İngiliz ve Fransız aşığı Tanzimatçı, mütareke döneminin hem İngiliz hem Amerikan mandacı sosyo genetik kodları mevcuttur. Kodların sahibi önce Britanya daha sonra ABD’nin başını çektiği Anglosakson kimyasıdır. Bu kimyayı geçmişte Mustafa Kemal Atatürk dışında bozabilen olmadı.
HAZİNEMİZ COĞRAFYAMIZ
Türkiye, 1000 yıldır merkezinde Türk Boğazları olan eşsiz bir coğrafya mirasına sahiptir. Bu coğrafyayı ulusal güçle birleştirdiğinde imparatorluk kurabilmiş, zayıfladığında işgale uğramıştır. Son işgal ve parçalanmadan Mustafa Kemal Atatürk kurtarmış, yeni bir devlet kurmuş; askeri, ekonomik, demografik ve sınai ulusal gücü bugünle kıyaslanamayacak derecede zayıf olduğu halde 15 yıl boyunca sadece sınırlarını emniyete almakla kalmamış, Balkan Antantı ve Sadabat Paktı sayesinde Türkiye etrafında barış ve güvenlik kuşağı oluşturabilmiş, Türk Boğazlarının egemenliği ile Hatay’ı geri alabilmiştir. Onun vefatından 11 ay sonra Türkiye tarafsızlık ve tam bağımsızlık politikasını terk ederek İkinci Dünya Savaşının başlamasından kısa bir süre sonra 19 Ekim 1939 tarihinde Almanya ile savaş halinde olan İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma Türkiye ile Kurtuluş Savaşı döneminin dost ve müttefiki Sovyetler ile arasında güvensizlik duvarı örmüş, sonuçları bugüne kadar devam eden Anglosakson emperyalizmine teslimiyete dönüşmüştür.
ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DİREKTİFİ
Atatürk hastalığının son yıllarında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a şöyle demişti: “Bizim şimdiye kadar izlediğimiz açık dürüst ve barışçı politika, ülkeye çok yararlı olmuştur. Arkadaşlar buna alıştılar. Gerçek ve yaşamsal zorunluluklar dışında, bu politikamız sürer gider.” Bu arada Başbakan Celal Bayar’a da şöyle diyordu: “Sovyetler Birliği’ne karşı asla bir saldırı politikası gütmeyeceksiniz. Doğrudan ya da dolaylı Sovyetlere yöneltilmiş herhangi bir oluşuma girmeyecek, böyle bir anlaşmaya imza koymayacaksınız. Türkiye tarafsız kalmalı bir ittifak içine girmemelidir.”
ATATÜRK SONRASI BATIYLA FLÖRT DÖNEMİ
Türkiye, Mondros ateşkesi sonrası kendisini 1918 sonbaharında işgale ve parçalamaya gelen Anglosakson dünya ile ilk kez Nyon Anlaşması sonucu Akdeniz’deki kimliği belirsiz denizaltılarla mücadele sürecinde birlikte oldu. Diğer yandan Almanya ile gerek ticari gerekse siyasi ilişkileri, 1933 sonrası Hitler ve Faşizmin yükselişine rağmen üst seviyede idi. Örneğin 1939 başlarında Almanya ile ithalat ve ihracat İngiltere ve Fransa ile olan toplamın 4 katıydı. Askeri okullarında halen Alman usulleri öğretilmeye devam ediyordu. Almanya’dan doğrudan tehdit henüz yoktu ancak onun en yakın müttefiki Faşist İtalya’nın donanmasıyla birlikte 12 Adalar üzerinden tehdidi vardı. Ankara’da, 1939 başında Akdeniz’de Fransa ve İngiltere ile yakınlaşarak İtalya’ya karşı denge oluşturma politikası öne çıkmıştı. Bu dönemde 12 Mayıs 1939’da önce İngiltere ile daha sonra 23 Mayıs 1939’da Fransa ile bir iş birliği/yardım anlaşması imzalandı. Çok ağır ekonomik koşullar altında olan Ankara, İngiltere ile daha sonraki ittifak anlaşmasının imzalanması için mali yardımın sağlanmasını şart koşuyordu. Türkiye, en başta ileri bir sürdüğü şartlarla 35 milyon pound askeri yardım desteği, 15 milyon pound değerinde külçe altın, 10 milyon pound ticaret kredisi olmak üzere Londra’dan 60 milyon pound istiyordu. Türkiye gerçekte ağır mali sorunları nedeniyle 12 Mayıs 1939’da Atatürk’ün mirası olan tarafsızlık politikasını terk etmişti. İngiliz Dışişleri Bakanı Halifax’ın ifadesiyle Türkiye tarafsızlığını satışa çıkarmıştı.
ALMANLARIN TEPKİSİ
Bu dönemde Türkiye’nin Fransa ve İngiltere’ye yaklaştığını gören Berlin’in Ankara ile ilişkileri bozulmaya başladı. 7 Mayıs 1939’da Almanya Türkiye’ye askeri yardımı kesti. Öyle ki ismi bizzat önceden Atatürk tarafından verilen ve Almanya’da inşa edilen Batıray denizaltısını vermekten vaz geçtiler. İstanbul’da Taşkızak Tersanesinde inşası devam eden Yıldıray Denizaltımızın ana makineleri ve teçhizatı gönderilmedi, geminin 1937’de başlayan inşaatı 1946‘da Gölcük’te tamamlanabildi.
HEDEFTEKİ SOVYETLER
Bu arada Sovyetler Birliği jeopolitik kanunlar gereği faşist Almanya’nın eninde sonunda kendisine saldıracağının bilincindeydi. İngiltere ve Fransa da bunu biliyordu. Eylül’de Çekoslovakya’nın Sudet Bölgesinin Almanya’ya devri için yapılan Münih Konferansına Sovyetler davet edilmemişti. Münih’te Hitler’e büyük tavizler veren İngiltere ve Fransa, Avrupa’yı savaştan kurtardıklarına inanıyor ve Almanya’nın saldırı enerjisini Sovyetlere döndürmek istiyorlardı. Cumhurbaşkanı İnönü de Avrupa’da tüm devletler savaşa girip Sovyetler zinde kalırsa bunun barış ve istikrar için uygun olmayacağını düşünenlerdendi.
TÜRKİYE JOKER KARTI DURUMUNDA
Bu süreçte coğrafyası gereğince Türkiye’nin tutumu çok önemliydi. Tüm taraflar Türkiye’yi yanına almak istiyordu. İngiltere Türkiye’yi mutlaka Almanya’ya karşı cephede tutmak istiyordu. Örneğin İngiliz Dışişleri Bakanı 25 Ağustos 1939’da Ankara’daki Büyükelçisine şöyle diyordu: “Şu sıralarda Türkiye’yi barış cephesinde tutmak hayatidir. Majestelerinin hükümeti bunun için her fedakârlığı yapacaktır. Bu sebeple Türk hükümetinin her istediğini yapmaya çalışacağız.” Diğer yandan Atatürk döneminden bu yana stratejik ortak olan Sovyetler ile Türkiye arasında Alman ve İtalyan saldırısına karşı bir cephe oluşturmak için görüşmeler yapılıyordu.
SOVYET SÜRPRİZİ
Türkiye, önceliği Akdeniz ve Balkanlara vererek İtalyanlara karşı İngiltere ve Fransa ile cephe kurmak, daha sonra da Almanya’ya karşı Sovyetler ile anlaşarak bir güvenlik zinciri oluşturmak istiyordu. Karadeniz’deki komşumuz olan Sovyetlerin önceliği Almanya; Ankara’nın ise İtalya idi. Sovyetlerin önünde iki seçenek vardı: Birincisi Türkiye ve İngiltere ile yakınlaşarak Almanları önlemek. İkincisi Almanya ile kısa süreli bir saldırmazlık paktı yaparak savaşa hazırlanmak. Sovyetler ikinci seçeneği kullandı. Stalin savaşa hazır olmak için ihtiyacı olan bir yılı kazanmak üzere 23 Ağustos 1939’da Almanya ile Saldırmazlık Paktını (Molotof-Ribbentorp Paktı) imzaladı. Türkiye’nin de 3 ay önce Mayıs ayında İngiltere ve Fransa ile anlaşma imzaladığı göz önüne alınırsa, Türkiye ve Sovyetler birbirlerine karşı olan devletlerle anlaşmış olmuşlardı. Öylesine kritik bir süreç yaşanıyordu ki, sabahtan akşama denklemler değişiyor, değerlendirmeler ters çıkıyor, her gün yeni sürprizlerle başlıyordu.
SAVAŞ BAŞLIYOR
1 Eylül 1939’da savaş başladı. Almanlar Polonya’yı işgal etti. 17 Eylül’de Sovyetler Polonya ve Baltık Cumhuriyetlerini işgal etti. Savaş tüm hızıyla devam ederken, bir yandan Türk Alman ilişkileri gerginleşiyor; diğer yandan Türk İngiliz ilişkilerinde yakınlaşma sürüyordu. İngiltere ile Fransa, Romanya ve Yunanistan’a Almanya ve İtalya saldırısına karşı yardım garantisi veriyorlardı. Türkiye de bu sürece dahil edilmek isteniyordu. Böylesi bir konjonktürde Sovyet ve Türk heyetleri ülkeleri ayrı bloklarla anlaşma/pakt yaptıkları halde ortak coğrafyalarının gereği Karadeniz ve Boğazların güvenliği konusunda bir anlaşma yapmak için Moskova’da buluştu.
MOSKOVA’DA TÜRK SOVYET GÖRÜŞMELERİ
Moskova’da Türk Sovyet Görüşmeleri Türk Dışişleri Bakanı Saraçoğlu 25 Eylül’de Moskova’ya geldi. Toplantıda Rus Dışişleri Bakanı Molotof ile ana görüşme konusu Karadeniz güvenliği, Boğazların savunulması ve Boğazlardan geçiş rejimiydi. Montrö Sözleşmesi imzalanalı aradan henüz 3 yıl geçmişti. Sözleşmenin 19. ve 20. Maddelerinin varlığına rağmen gerek Sovyetler ve Almanya gerekse İngiltere Montrö rejimin kendi lehlerinde yorumlanarak uygulanmasını istemekteydiler. (Bugün Amerikan Savunma Bakanının yaptığı gibi.) Türk heyeti, 25 Eylül’den 17 Ekim’e kadar Moskova’da kaldı. Sovyetler Boğazların birlikte savunulması ile Türkiye tarafsız olsun veya olmasın Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlere ait savaş gemilerinin Boğazlardan geçmelerinin yasaklanması ve Karadeniz’e girmeleri söz konusu olduğunda Türk ve Sovyet hükümetlerinin birbirlerine danışmasını istedi. Aynı zamanda Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin insani amaçla bile Karadeniz’e savaş gemilerinin geçişinin yasaklanması talep edildi. Ayrıca Stalin’in katıldığı 1 Ekim toplantısında 12 Mayıs 1939 tarihinde Ankara’nın İngiltere ve Fransa ile yaptığı iş birliği anlaşmalarına değişiklik istendi. Bu talepler kabul edilmedi. Türk heyeti, karşılıklı güvensizliğin göstergesi olarak sonuçları bugüne kadar devam edecek bir kararla, anlaşma olmadan 17 Ekim’de toplantıdan ayrıldı. Görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması kamuoyuna Rusya’nın Montrö’yü tadil etme dayatması; İngiltere ve Fransa ile yapılan ikili anlaşmalara müdahale etmesi ve Türkiye’nin buna itiraz etmesi olarak açıklandı.
ACELE İLE YAPILAN 3’LÜ İTTİFAK ANLAŞMASI
Heyet daha Türkiye’ye dönüş yolundayken ve hatta Dışişleri Bakanı Saraçoğlu Ankara’ya dönmemişken, 19 Ekim 1939’da İngiltere, Fransa ve Türkiye üçlü ittifak Anlaşması, Ankara’da Başbakan Refik Saydam tarafından acele ile imzalandı. Eski düşmanlar artık dost olmuştu. Anlaşmada son anda yapılan bir değişiklikle “Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa ile savaşa girecek olursa İngiltere Türkiye anlaşması savaş boyunca askıya alınacaktır” şerhi düşülmüştü. Türkiye, Atatürk sonrası Sovyetlerden kendisine doğrudan güç kullanma tehdidi olmadığı bir ortamda, ondan süratle uzaklaşarak, İngiliz ve Fransız koruması altına girmek istemişti. Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, üçlü ittifak anlaşması için şöyle diyordu: “Sovyetler Birliği ile ilişkilerimiz 1939‘daki İngiliz Fransız İttifakının imzalanmasından sonra bozuldu. Bu ittifaka girmemeliydik. Atatürk bu ittifakın yapılmasına asla taraftar olmazdı. Sonuna kadar tarafsız kalacaktık. İngiliz ittifakından hiçbir yararımız yoktu. Sovyetler Birliği’ne tarafsız kalacağımızı anlatmıştık. Hitler de tarafsızlığımızı kabul etmişti. Balkan Antantına uymaya devam edecektik. Hitler’in en güçlü döneminde İngiliz İttifakı hatalı ve tehlikeli oldu. Anlaşmayla önce Hitler, daha sonra Sovyetlerin düşmanlığını üzerimize çektik.” 1939’da koruması altına girdiğimiz Anglosakson cephenin etkisi bugün de içimizdeki mandacılar ve teslimiyetçiler için hala devam etmektedir. Atatürk batılı emperyalistleri o kadar iyi tanıyordu ki, 1921 yılında Sakarya Savaşı öncesi Batı’ya bakışını şu şekilde belirtiyordu: “İlkbahara kadar üç ay içinde silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki batı ile uyuşmak Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir.”
YENİ BELGELER VE YENİ GERÇEKLER
1939 yılında yaşananlar ile ilgili olarak 2023 Aralık ayında Nota Bene Yayınevinden çıkan “1939” isimli kitap, ilk kez kamu ile paylaşılan özgün Sovyet arşiv belgeleriyle Türkiye’nin o dönemde İngiltere Fransa ile üçlü ittifak anlaşması sürecine nasıl gittiğini anlatıyor. Yeni Arşiv belgeleri karanlıkta kalan bazı konulara ışık utuyor. Kitabın yazarı Hazal Yalın’ın şu yorumu dikkat çekicidir: “Türkiye, 19 Ekim 1939’da üçlü ittifak anlaşmasının paraflarını Saraçoğlu daha Moskova’da iken 28 Eylül’ 1939’da atmıştı. Molotof, Saraçoğlu’na Boğazları birlikte savunma önerisini getirince Ankara zaten hazırlığını yapmakta olduğu üçlü ittifak anlaşmasını büyük bir aceleyle imzaladı. Ankara aslında üçlü ittifak kararını kesinleştirmişti. Bu anlaşmanın Moskova’da tepki çekeceğini düşünmemiş olması mümkün değildir. Bu nedenle Moskova’ya belki de sonuç almamak için gidildi.”
1939 isimli kitapta Rus arşiv belgelerine dayalı önemli yeni bilgiler özetle şöyle devam ediyor: “Aslında Saraçoğlu ‘nun Moskova’da bulunmasının ana nedeni Sovyetlerle Boğazlar ve Karadeniz’i kapsayan karşılıklı yardım anlaşmasının imzalanmasıydı. Türkiye’nin bu toplantıyı terk etmesinin temel nedeni Sovyetlerin Montrö’ye müdahale ve Boğazları beraber savunma talepleri olduğu bilinmektedir. Ancak İtalyan tehdidi söz konusu olursa Boğazların savunması için Sovyetler Birliği ile iş birliği arayan Ankara hükümetiydi. Sovyet hükümetinin yaptığı, Türkiye’nin İtalya’ya karşı İngiltere ile yapmakta olduğu şeyi kendisiyle birlikte yapmasını istemekten ibaretti…Bu arada İngiltere, Yunanistan ve Romanya’nın toprak bütünlüğünü garanti ettiğinden Romanya bir saldırıya uğrarsa Türk Boğazlarını kullanmak arzusundaydı. Boğazları kullanarak buraya silah ve kıta sevkiyatı yapacaktı ama bunu yapabilmesi için de Türkiye’nin savaşan taraf olması gerekiyordu.” 1939 kitabındaki görüşme belgelerinden anlaşılıyor ki, Türk Dışişleri Bakanlığı pek çok görüşmede Romanya’ya yardım gerekirse, İngiltere’nin Akdeniz’de Türkiye’ye yardım etmesi karşılığında Boğazların onlara açılabileceğini söylemişti. Öyle ki Romen İçişleri Bakanı Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi ile görüştüğünde eğer Romanya savaşa girerse Türkiye onların lehinde bir tarafsız tutum takınacak ve boğazlardan kıta ve cephane geçen gemilerin geçişine göz yumacaktı.
İLİŞKİLERİN KOPMASI
Sovyet tarafı esasen Sovyetlerin Almanya ile silahlı çatışmaya çekecek bir anlaşmayı imzalamayacaklarını söylemiş ve Türkiye’den savaş tehdidi karşısında İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatma garantisini almak istemişti. Türk tarafı ise İngiltere ile anlaşma yapmanın ve Akdeniz’de kendine göre garantiler sağlamanın güvencesi ile Moskova’ya gelmişti. Saraçoğlu aynı zamanda İngiltere ve Fransa ile yeni çıkan savaş nedeniyle yakınlaşmanın, batıya yönelmenin yarattığı yeni dönem psikolojisi içindeydi. Kitaptaki arşiv belgelerine göre, Saraçoğlu İngiltere ve Fransa’nın Almanya karşısında yenilmez olduğuna inanmıştı. Dönemin Fransız Büyükelçisinin yorumuyla “Türklerle Ruslar arasındaki kopma üçlü ittifak metni ile ilgili problemlerden değil tamamen Sovyet Türkiye ilişkileri ile ilgili problemlerden ortaya çıktı bu problemde Sovyet hükümeti açısından Türkiye’nin tarafsızlık yerine artık taraf siyasetine girmiş olmasıydı.”
SOVYET DIŞİŞLERİ BAKANI NE DİYOR?
1939 başlıklı kitapta Sovyet Dışişleri Bakanı Molotof’un toplantı değerlendirmesi, Sovyet Arşivlerine dayanarak Yüksek Sovyet’in Beşinci Olağanüstü Oturumunun 31 Ekim 1939 tarihli raporunda şu şekilde geçiyor: “Bu görüşmelerin esasî hakkında yurt dışında her türlü masal yazılıyor. Kimileri Sovyetlerin güya Ardahan ve Kars bölgelerini talep ettiğini iddia ediyor. Açıkça söyleyelim ki bu düpedüz uydurma ve yalandır. Kimileri de Sovyetlerin güya Montrö’de imza edilen konvansiyonda değişiklik ve Sovyetler için Boğazlar da avantajlı bir hak iddia ettiğini ileri sürüyor. Bu da uydurma ve yalandır. Aslında Karadeniz ve Boğazlar bölgesi ile sınırlı, ikili bir karşılıklı yardım paktı imza edilmesi söz konusuydu. Birincisi, Sovyetler böyle bir paktın imza edilmesinin kendisini Almanya ile silahlı bir çatışmaya çekebilecek eylemlere gitmeyeceği; ikincisi de Sovyetlerin Türkiye’nin bir savaş tehdidinin varlığını göz önüne alarak Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerinin İstanbul Boğazı ve Karadeniz’e geçirmeyeceğini garantisini alması gerektiği görüşündeydi.” Sovyetler ile anlaşma imzalama teklifini ancak İngiltere’nin kendisine yaptığı teklifin ardından iletmesi aslında Türkiye’nin batı eksenine girdiğini gösteriyordu. Saraçoğlu, o dönemde İngiliz büyükelçisine “Türkiye bütün nüfuzunu batı devletlerinin hizmetine vermiştir” diyebiliyordu. Moskova’nın bunu fark etmemiş olması mümkün değildi. Türkiye, İngiltere ve Fransa’nın savaşı kazanacağını ümit ediyordu. Özellikle, Akdeniz’de İngiltere’ye güven duyuyordu ancak buna rağmen Sovyetlerle de dengeyi korumaya çalışarak, ittifak yükümlülüklerinin Sovyetler aleyhine olmayacağı şerhini düşüyordu. Ancak İngiliz Fransız Anlaşmasına şerh düşen Türkiye, Sovyetlerle anlaşma imzalamamıştı.
BATI’YA TESLİMİYETİN BAŞLANGICI
Bu anlaşmadan sonra Sovyetler Birliği ile ilişkiler bozulmaya başladı, bir daha düzelmedi. Bu anlaşmanın en büyük kötülüğü 15 yıl boyunca uygulanan sınır komşularımız dahil dünyanın tüm ülkelerine güven veren bağımsız bağlantısız Kemalist dış politikadan vazgeçmekti. Artık Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi yeniden batıya bağlanma sürecine girilmişti. Molotof o dönemi şöyle özetliyordu: “Türkiye ihtiyatlı tarafsızlık politikasını bir yana iterek, Avrupa savaş çerçevesine girdi. İngiltere Fransa, Türkiye’yi savaşa sürüklemeye çalıştıklarından herhalde hoşnutturlar. Türkiye’nin bir gün pişman olup olmayacağını biz ileride göreceğiz.” Atatürk de vefatından kısa süre önce Ali Fuat Cebesoy’a şunları söylemişti: “Fuat Paşa, pek yakında dünya durumu mütareke yıllarından daha ciddi olacak ve karışacaktır… Avrupa’da birkaç maceracı Almanya ve İtalya’nın başında zorla bulunuyor. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının halinden cesaret alıyorlar. Bunlar bir gün dünyayı karalamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet hükümeti acizler ve maceracıların yanlış hareketlerinden yararlanmasını bilecektir. Bunun sonucunda dünyanın durum ve dengesi tamamen değişecektir. İşte bu dönem sonrasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza mütareke yıllarından daha çok felaketlerin gelmesi mümkündür.”
BUGÜNE DERSLER
Bugün Ukrayna’da devam eden savaş nedeniyle 1945 sonrası ilk kez Montrö Sözleşmesinin 19. Maddesini işletmekteyiz. Yani savaşan değiliz, ancak savaşanların savaş gemilerine izin vermiyoruz. Hükümet doğru bir yorumla NATO üyesi olmamıza rağmen Karadeniz’deki çatışmayı körüklememek için (savaşmayan kıyıdaşlar hariç) NATO gemilerinin de geçişine izin vermiyor. Bu durum 1939-1945 arasındaki uygulamamız ile örtüşüyor. Bu politika başta ABD ve İngiltere gibi denizci devletlerin küstahlıklarına sebep oluyor ancak uygulama doğrudur. Zira bu savaş, ABD’nin Ukrayna’yı NATO üyesi yapmak suretiyle Rusya’yı boğazından sıkmak ve Donbas bölgesinde Rusça konuşan Ukraynalıların etnik temizlemeye maruz kalmalarına göz yumarak Rusya’nın özellikle kışkırtılması sonucunda çıktı. Ukrayna üzerinden Rusya’nın çevrelenmesi ve kışkırtılması bir Amerikan neocon projesidir. Nihai amaç, Rusya’nın ekonomik ve askeri olarak yıpratılmasıyla Pasifik’teki büyük ABD-Çin hesaplaşmasında taze ve diri kuvvet olarak Çin’e destek vermesinin önlenmesidir. Bu durum İkinci Dünya Savaşında, Sovyetlerin savaş dışı kalarak Almanya Avrupa savaşından sonra yıpranmış Avrupa’ya büyük bir kuvvetle girmesinin önlenmesine benzetilebilir. Doğal olarak ada devleti olan İngiltere’nin de jeopolitik çıkarları bu durum ile uyuşmaktadır. Bu savaşın Amerikan çıkarları için yürütülmesinde kara cephesinde Polonya, deniz cephesinde Romanya ve Yunanistan Amerikan jeopolitiğinin hayati değerde hizmetindedir. İkinci Dünya Savaşının başında İngiltere’nin Yunanistan, Romanya ve Polonya’nın güvenlik garantörü olmasını hatırlarsak, onun rolünü bugün ABD’nin almış olması şaşırtıcı değildir. Deniz hegemonları karaya güç intikal ettirebilmek için daima kıyısı olan müttefik ararlar. Bugün Türkiye de aynen 85 yıl önce olduğu gibi iki blok arasında gidip geliyor. Aktif tarafsızlık bu tip politikaya izin verir. Ancak bugün en büyük dezavantajı NATO üyesi olmasıdır. Tam bağımsız hareket edemiyor. Sürekli baskı altında kalıyor. O dönemde de 19 Ekim 1939 Üçlü İttifak Anlaşması Ankara’ya sorumluluk yüklemişti. Örneğin 10 Haziran 1940’ta İtalya’nın Fransa’ya savaş ilanı üzerine İngiltere, Türkiye’nin anlaşma gereği İtalya’ya savaş ilan etmesini istemişti. Türkiye’yi üçlü ittifak anlaşmasının baskısından Fransa’nın Almanya tarafından işgali kurtardı. Türkiye bunu fırsat bilerek tarafsız kalma hakkını ileri sürdü. Kısa bir süre sonra Türkiye bu kez 18 Haziran 1941 tarihinde Almanlarla bir Saldırmazlık Paktı imzaladı. Böylece Türkiye hem Almanya’nın hem de İngiltere’nin müttefiki oldu. Diğer yandan Fransa’nın 1 yıl içinde yenilmesi ve İngiltere’nin Dunkirk sonrası neredeyse 1943’e kadar sürekli geri çekilmesi Türkiye’nin (Özellikle Saraçoğlu’nun) üçlü ittifak anlaşmasına girerken kabul ettiği faraziyenin yanlışlığını ortaya koymuştu. Eğer ABD, 1941 Aralık aynından sonra İngiltere yanında savaşa girmeseydi bugün Avrupa haritası şüphesiz çok farklı olurdu. ABD, 1941’de savaşa girmenin bedelini kanla ödedi ve daha sonra bunu küresel hegemonya sahipliği ile tahvil etti. Ancak 78 yıl sonra bugün, ABD Asya güçleri karşısında hızla geriliyor. Yepyeni bir konjonktür söz konusu. 1945 paradigması ile düşünmeye devam etmemiz hata olur. O nedenle Türkiye yeniden ve kökten durum muhakemesi yapmalıdır. İkinci Dünya Savaşı başındaki yanlış faraziyeler içinde hareket etmemelidir. Eğer o faraziyelere uyulmuş olsa ve ABD savaşa girmemiş olsaydı bugün ne olurdu diye düşünmek gerekir. Bugün de ABD ve AB’ye aşırı bel bağlamak ve son tahlilde Asya Bloğunun karşısında düşman cephede kalmanın risklerini çok iyi değerlendirmek zorundayız. Bu coğrafya, Asya güçleri ile Atlantik güçleri arasında aktif tarafsız politika uygulamaya aynen dün olduğu gibi izin vermektedir. Şu an için ülkemize en büyük tehdit Rusya ve Çin’den değil, Güneydoğuda, Mavi Vatanda Ege, Karadeniz ve Kıbrıs’ta ABD ve AB’den gelmektedir. O nedenle Asya ve Atlantik arasında aktif tarafsız kalmaktan başka seçeneğimiz yoktur. Eğer Atlantik’e tam olarak teslim olursa Güneydoğudan, Montrö’den, Kıbrıs ve Mavi Vatan’dan vaz geçmemiz, Rusya ve İran ile doğrudan savaşmamız istenecektir. Soru, buna hazır mıyız olmalıdır? Bu koşullarda Atatürk gömleğinden başka çaremiz yoktur. Atatürk de sağ olsa aynısını yapardı. Bugünün en büyük sorunu: O gömleği giyecek kişi var mıdır?
Kaynaklar:
1939, Hazal Yalın, Nota Bene Yayınevi
İnönü, Metin Aydoğan, Gözgü Yayıncılık
Siyasi Tarih, Rıfat Uçarel, DR Yayınları