Milli onur ve jeopolitik varoluş
Halikarnas Balıkçısı olarak da bilinen ünlü deniz yazarımız Cevat Şakir Kababağaçlı “Mavi Sürgün” isimli kitabında
Cem GÜRDENİZ - Emekli Tümamiral
Halikarnas Balıkçısı olarak da bilinen ünlü deniz yazarımız Cevat Şakir Kababağaçlı “Mavi Sürgün” isimli kitabında mütareke döneminde, işgal askerlerinin İstanbul caddelerinde; savaş gemilerinin Boğaz’da ve Marmara’da cirit attığı kapkaranlık günlerde Şirket-i Hayriye’nin vapuru ile Sirkeci’den babası Şakir Paşa’nın evinin olduğu Büyükada’ya gidişinde başına gelen bir olayı şöyle anlatır: “Bir gün Büyükada’ya gidecektim. İşim yoktu. Vapurun kalkacağı saatten çok daha önce vapura bindim… Güvertenin en arka tarafına gidip oturdum. Benden başka kimse yoktu. Sarayburnu’nun ötesindeki açıklığa dalgın dalgın bakarken, başıma bir sopayla fena halde vuruldu. Önümde işgal kuvvetlerine mensup bir polis dikiliyordu. Çetrefil bir İngilizceyle burada ne oturuyorsun diye gürledi. “Büyükada’ya gideceğim bu vapurla. Onun için oturuyorum’’ dedim İngilizce. “Bu yer işgal kuvvetlerine aittir’’ dedi. “İşgal kuvvetlerine ait olduğunu bilseydim oturmazdım’’ dedim… Elindeki sobayı sopayla oturduğum yerin üstünde ve tentenin altında bezlerle sarılmış bir tahta tabelayı işaret etti…Üzerinde “burası işgal kuvvetlerine aittir’’ diye yazılıydı. Ayrıca geminin sancağıdan iskelesine uzanan koca tabelanın altından yere kadar da bir perde sarkıyordu. Malum ya, işgal kuvvetleri mensupları Türkleri görmekle rahatsız olmak istemiyorlardı… Polise yazıyı göremediğimi söyledim ne var ki o zaman bir Türk’ün haklı olmaya hakkı yoktu. Herif beni omzumdan dürttü. Başımdaki kalpak yere düştü.’’
MÜTAREKE VE İŞGALİN ONUR KIRICILIĞI
Cevat Şakir o dönem Osmanlının en seçkin ailelerinden birisine mensup, Şakir Paşa’nın oğluydu. Robert Kolej mezunlarından olan Cevat Şakir, aynı zamanda, İngiltere’de Oxford Üniversitesinde Yakın Çağlar Tarihi üzerinde öğrenim görmüş bir gençti. Suçu ada vapurunda lüks mevkiye, işgal kuvvetlerine ayrılmış yerde bulunmaktı. Kafasını sopa ile vurulmuş ve daha sonra kafasındaki kalpak düşecek kadar fiziki darbeye maruz kalmıştı. Kitapta bu hakarete cevap vermediğini yazıyor. Zira cevap verenlerin sonunun Beyoğlu’ndaki Kroecker Otel’in bodrum katında işkence ve sonunda ölüm olabileceğini yazıyor. Cevat Şakir’in vapurda başına gelenlerin binlerce benzeri özellikle 16 Mart 1920, Şehzadebaşı Karakolu baskını ile başlayan İşgal günlerinden sonra çok artmıştı. Devlet kimliği ile asırlardır bu topraklarda hür yaşamış Türk’e ilk kez payitahtta zincir vuruluyor, öldürülüyor, dövülüyor, hakaret ediliyordu. Üstelik 500 yıl Türk’e “Efendi’’ diyen Yunan, 15 Mayıs 1919 sonrası güzel İzmir’i işgal ederek doğuya ilerliyordu. Türk tarihinin en karanlık, en feci günleriydi. Milli onur ayaklar altında, Türk varoluş savaşı başlangıcındaydı.
SULTAN VAHDETTİN İNGİLİZLERDEN MEDET UMUYOR
Osmanlı Hanedanı kendi derdine düşmüştü. “Kazanan her şeyi alır’’ diye düşünen Sultan Vahdettin ve Damat Ferit Hükümeti sözde İngiliz centilmenliğinden medet umar durumdaydılar. 21 Ağustos 1920’de Vahdettin’le bizzat görüşen, 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz savaşının mağlup İngiliz Filo Komutanı Amiral John De Robeck sonradan şunları söylüyordu: “Vahdettin Türkiye’nin ölüm fermanı demek olan Sevr Antlaşmasını imzalanması için emir verirken gelecekte İngiltere’nin yardımına dayanacağı ümidini beslediğini… Yaşayacak olduğu taktirde bir dost yardımına ihtiyacı olduğunu belirtmiştir.’’
SEVR DAYATMASINA ONAY VERENLER
Sevr dayatması kaçınılmaz şekilde geliyordu. “Lozan, Onurlu Barış’’ Başlıklı eserinde tarihçi Sinan Meydan, “Sevr’’ sürecini belgelere dayalı şekilde detaylı anlatıyor. Kitaptan ‘’Sevr’’ alıntıları ile devam edelim. Türk düşmanı İngiltere Başbakanı Lloyde George 29 Ekim 1919’da şöyle diyordu: “Türkiye’yi fethettik…Dünyanın en zengin topraklarından biri olan geniş bir ülkeyi Türk’ün mahvedici nüfuzundan kurtardık…Medeniyet yüzlerce yıl bu yolda başarısızlığa uğradıktan sonra İngiltere bunu gerçekleştirdi.” İşte bu koşullarda 11 Mayıs 1920’de 433 maddelik Sevr Antlaşması Sultan Vahdettin iktidarına resmen bildirildi. 18 Temmuz 1920’de Fransız Başbakanı Millerand, Osmanlıyı yazılı olarak şöyle tehdit ediyordu: “Osmanlı Hükümeti barış antlaşmasını imzalamayı reddeder veya antlaşmanın uygulanmasını sağlayamazsa, müttefikler anlaşmanın hükümlerine uygun olarak hükümlerini tekrar gözden geçirmek ve bu kez Türkiye’yi daimî olarak Avrupa’dan dışarı atmaya mecbur olacaklardır.’’ İşte bu konjonktürde 20 Haziran 1920’de galip devletler Yunan ordularına Anadolu içlerine yürümeyi emrettiler. 1920 Haziran ayının sonuna kadar Ege ve Marmara Bölgelerinin pek çok yeri işgal edilmişti. Ne acıdır ki 12 Temmuz’da Osmanlı Adalet Bakanı Ali Rüştü Efendi, Yunan saldırısının İstanbul Hükümeti’nin programına uygun olduğunu açıklarken, Yunan ordusunun başarısı için dua ediyordu. 18 Temmuz 1920’de ‘’Hürriyet ve itilaf Partisi’’ lideri Sadık Bey de “Sevr Antlaşmasının imzalanmasında sakınca olmadığını’’ belirtiyordu.
SEVR’E TAM KADRO AYAĞA KALKARAK ONAY
20 Temmuz 1920’de saltanata göz dağı vermek üzere İngiliz Donanmasının koruması altında Yunan askerlerince Tekirdağ’ın işgal edilmesi üzerine Padişah Vahdettin’in izni ile aynı gün Osmanlı Bakanlar Kurulu, Sevr Antlaşmasını imzalamayı kabul ettiğini duyurdu. 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda Saltanat Şurası toplandı. 43 kişilik şurada en üst seviyede Sultan Vahdettin, Veliaht Abdülmecid ve Sadrazam Damat Ferit ile 41 devlet adamı, komutan ve ulema yer alıyordu. Sevr antlaşmasının kabulü için bulunan gerekçe, İstanbul’un elden çıkmasını ve daha ağır şartları önlemekti. Şurada Ayan Meclisi üyesi Hadi Paşa şöyle demiş ve Sevr’e onay vermişti: “Sevr’i imzalamak intihar demektir. İntihar da dinen günahtır.” Neticede toplantı sonunda Sultan Vahdettin, ‘’antlaşmayı kabul edenler ayağa kalksın, etmeyenler otursun’’ deyince, bir kişi hariç herkes ayağa kalktı. Topçu Ferit Rıza Paşa “çekimserim’’ diyerek oturmuştu. Böylece Sevr, bizzat Sultan Vahdettin’in huzurunda Sultan dahil, Saltanat Şurasına davet edilen 43 kişinin 42’si tarafından kabul edildi. Diğer yandan galip devletler anlaşmanın imzasıyla yetinmiyor, Kemalist milli hareketin de bastırılmasını istiyorlardı. Bu nedenle Sadrazam Damat Ferit toplantıda “hep birlikte çalışarak Anadolu’daki isyanı bastıralım ve Cenab-ı Haktan ümit ederim ki bastırırız’’ dedi. Nitekim Damat Ferit toplantıdan 3 ay önce 11 Nisan 1920 tarihinde İngilizlerin baskısı ile Kuvayi Milliyenin eşkıya olduğu ve öldürülmelerinin farz olduğuna dair Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’a fetva yayınlatmıştı. İlginçtir, 22 Temmuz 1921’deki şura toplantıdan bir gün evvel de İngiliz Başbakan Lloyde George “Türkiye artık yoktur’’ demişti. 10 Ağustos 1920’de Rıza Tevfik, Hadi Paşa ve Bern Büyükelçisi Reşat Halis Sevr anlaşmasını Paris’te imzaladı. 10 Aralık 1921’de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbolt, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği yazıda “Vahdettin, Sevr Antlaşmasının imzalanmasına bizim baskımızla izin vermiştir” diyordu. Ancak gücünü İngiliz dretnotlarının top namlularından aldığı zamanın ruhu, Türk’ün geçmişinden gelen özgürlük mirasının onurlu gücünü yenemeyecekti.
MİLLİ ONURUN ŞAHLANMASI
Yunan mezalimi ile Sevr’in Türk’ü Anadolu’nun büyük kısmından ve çevre denizlerden kovan yok edici hükümleri milli onuru şahlandıracaktı. Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvvacı silah arkadaşları, halkın milli onurunu korumak için ‘’Ya İstiklal Ya Ölüm’’ diyerek kurtuluşu başlattı. Kurtuluş Savaşı sırasında milli onurun korunması, milli orduya geçişi hızlandırdı. Önce mütareke şartları ardından Sevr Antlaşması ile dayatılanlar milletin var oluş mücadelesinde şevk ve dayanışmasını artırmış, direncini güçlendirmiştir. Erzurum ve Sivas Kongreleri, halkın kendi kaderini tayin etme iradesinin en güçlü örnekleriydi. Milli onurun korunması, halkın farklı kesimlerini bir araya getirdi. Aşiretler, köylüler, şehirli elitler ve hatta kadınlar, ortak bir amaç doğrultusunda birleşti. Bu istenç, milletin kendine olan güvenini artırdı ve mücadeleyi zafere taşıyan psikolojik bir payanda sağladı. Böylece Türk, son tahlilde varoluşunu güçlendirerek, özgür bir geleceğin temellerini attı. Kurtuluş Savaşı sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda bir milletin onurunu koruyarak varoluşunu yeniden inşa ettiği bir destana dönüştü.
ONUR CEPHESİNDE DİRENİŞİN ÖRGÜTLENMESİ
Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basmasından kısa süre sonra başta İstanbul olmak üzere tüm yurt genelinde milli mücadele örgütlenmesi hızlandı. Bu kapsamda Teşkilat-ı Mahsusa’nın liderliğinde pek çok yeni yer altı direniş örgütleri kuruldu. Bunların içinde M.M. Grubu, Karakol Teşkilatı diye adlandırılanlar bunlardandı. Müsellah Milli Müdafaa Teşkilatı, kısaca Mim Mim Grubu diye anılırdı. Sonra sırasıyla Felah Grubu, Yavuz Grubu, Berzenci Grubu ve Muavenet-i Bahriye Grubu gibi birçokları bunları izledi. Bunlara genel olarak Karakol Teşkilatı denirdi. Bu gruplar birçok aktif ya da emekli subaylardan oluşmuştu. Felah grubunda deniz subayları vardı. Berzenci grubu Bahriye imamı Ahmet Berzenci tarafından kurulmuştu. Muavenet-i Bahriye grubu da Ankara’da Umur-u Bahriye (Denizcilik İşleri) Müdürlüğü kurulduktan sonra oluşturulmuştu. Bütün bu örgütler İstiklal Savaşı’nın başından sonuna kadar gerek haberleşme ve gerekse ikmal ve malzeme ulaştırması bakımından büyük hizmetler gördü. Faaliyetlerine çok gizli yürüten bu kahramanlar yakalandıklarında ya Galata’daki Arapyan Han ya da Kroecker Otelindeki İngiliz İstihbaratçı Yüzbaşı Bennet’in işkence odalarına ya da Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divan’ı Harbisinden sonra Bekirağa Bölüğüne işkenceye gönderiliyorlardı. Bu gruplarda çalışan subay ve subay emeklilerinden başka pek çok sivil şahıslar da mevcuttu. Bu sivillerin çoğu gümrük ve zabıta memurlarıyla, motor kaptan ve tayfaları, yani denizcilerdi. İstanbul’un bütün askeri ambarlarını soyup içindekileri Anadolu’ya aktaran bu fedailer, ayrıca kadınlara sarkıntılık eden, halka zulmeden işgalcilere karşı da savunma ve misillemeler yapardı. Bu örgütler özellikle Karadeniz Limanları üzerinden Anadolu’ya ve insan kaçırılması işlerinde Fransız ve İtalyan ticaret gemilerini yoğun kullanırlardı. İstanbul’da ilk silahlanma ve direniş örgütlerini kuranlar deniz subaylarıydı. Şehremini Teşkilatını Güverte Yüzbaşı İsmail Hakkı ile Piyade Yüzbaşı Emin Ali kurmuştu. Deniz Makine Yüzbaşı Safranbolulu Hakkı ile Giritli Mehmet de Topkapı teşkilatına katılmışlardı. Kadıköy’de kurulan teşkilata Bahriye Fırkateyn Kâtibi Nihat, Güverte Yarbay Hüsamettin, Denizci Doktor Hakkı Şinasi Paşa katılmışlardı. Kasımpaşa teşkilatını Güverte Binbaşı Muhittin, Binbaşı Sami ile Makine Kolağası Kasımpaşalı Mehmet, Kâtip Tevfik ve Eczacı Vasıf Bey kurmuştu. Güverte Yarbay Selahattin de Beylerbeyi teşkilatında çalışmıştı. Mahallelerde kadınlara sarkıntılık edenlere ve adaletsiz davrananlara karşı da bir savunma örgütü kurulmuştu. Bunların başında da bıçkın bahriyeliler vardı. Bu örgütlerin başında Yediler diye anılanlar geliyordu. Güverte Yüzbaşı Saffet, Güverte Yüzbaşı Osman Ferhat, Makine Üsteğmen Arap Hulusi, Kasabın Fehmi, Eczacı Ahmet Numan, Bahriyeli Küçük Hüseyin ve Gazinocu Galatalı Hamdi Efendi yedilerin kurucusuydu. Bu kahramanlar arasında Karakol Teşkilatına katılarak 1920 sonrasında İstanbul Sarıyer ve Kilyos civarında büyük zulümler yapan Rum Andon Çetesini topyekûn ortadan kaldıran İpsiz Recep (Emice)’yi de anmadan geçemeyiz. Atatürk tarafından onurlandırılan ve kendisine verilen İstiklal Madalyası için “Ben madalya için değil milletim içim savaştım” diyebilen bu insanlar sayesinde Kurtuluş kazanıldı ve milletin onuru korundu.
DENİZDEKİ ONUR CEPHESİ
Kurtuluş Savaşının kazanılmasında şüphesiz en büyük unsur, 26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Başkanı sıfatı ile Rusya Devlet Başkanı Lenin’e yazdığı mektupla başlayan ve Karadeniz’de deniz üzerinden intikal ettirilen kabaca 300 bin tonluk askeri yardım malzemesi ve cephane desteği oldu. Anadolu’nun işgalden kurtulması sürecinde, 1920- 1922 arasında Kurtuluş Savaşının savaş lojistiği yani cephanesi, 233 deniz subayı ve Karadenizli yüzlerce İlyas, Temel, Süreyya’nın kullandığı yelkenli ve kürekli tekneler sayesinde Karadeniz üzerinden sağlandı. Bölgede bulunan, 5 ton üzeri büyüklükte 28 geminin toplam taşıma kapasitelerinin takriben 7800 ton olmasına karşılık, Rusya’nın Tuapse ve Novorosysky, Gürcistan’ın Batum limanları üzerinden, İnebolu, Trabzon ve Samsun limanlarına ve ayrıca İstanbul’daki cephaneliklerden Karadeniz Limanlarına toplam 300,000 ton harp malzemesi taşındı. Alemdar’da, Gazal’da, Rusumat-4’te ve daha nice kahraman Türk denizcisinin bulunduğu, irili ufaklı onlarca tekne sadece Kurtuluş Savaşının harp malzemelerini değil, aynı zamanda milli onur ateşini taşıdı. Onlar sayesinde Atatürk, “gözüm Sakarya’da, kulağım İnebolu’da” diyebilmişti. Kurtuluş Savaşı’nda ikmal teşkilatının başında bulunan Korgeneral Muzaffer Ergüder’in, 1925 yılında bu başarı için sarf ettiği “Kurtuluş Savaşı’nda bir avuç deniz subayımız olmasaydı ne İnönü’ler ne Sakarya ve ne de Dumlupınar ve de dolayısıyla Kurtuluş Savaşı olmazdı” sözleri çok anlamlıdır. Atatürk başkanlığındaki TBMM’nin 11 Şubat 1924 tarihli oturumunda, Milli Mücadele’ye katkılarından dolayı İnebolu Mavnacılar Loncası’na (Kayıkçılar Cemiyeti) Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası verilmesi kararlaştırıldı. Kastamonu Havalisi Komutanı Muhittin Paşa, Genelkurmay Başkanlığı’na verdiği bir raporda İnebolu halkının fedakarlığını, “İnebolu’nun vatansever halkının şimdiye kadar askerlere, dolayısıyla millete yaptıkları hizmet ve yardımları takdire şayandır. Yollamalar başladıktan bu yana her gün arkası kesilmeyen taşımalarda, malzemenin teslim ve yollanmasında parasız ve bir mükafat beklemeden çalıştıklarını gördüm” sözleriyle ifade ediyordu. Lonca, daha sonra Ankara Hükümetinin hizmet karşılığı verdiği parayı reddetmiş ve iade etmişti.
ALEMDAR ZAFERİ
Söz konusu lojistik nakliyatın bahriye liderliğinde tesis ve idame edilmesinin dışında Karadeniz Bölgesinde sözde Pontusçu Rum çetelerle ve yerli işbirlikçileri ile mücadelede bahriyeliler ile sivil denizciler, balıkçılar ve yerli milli çeteler de önemli rol oynadılar. Kuvayı Milliye Donanmasına katılmak üzere İstanbul’dan kaçan Seyr-i Sefain İdaresine bağlı Alemdar Gemisinin 26 Ocak 1921 günü, Ereğli açıklarında Fransız gambotu tarafından durdurularak gemiye el konmasına rağmen 9 Şubat 1921’de Alemdar personelinin büyük kahramanlığı ile gemideki Fransızların esir alınması başlı başına bir olaydır. Alemdar Fransız deniz kuvvetlerine adeta utanç yaşatan bir başarı sonunda Fransa’nın Anadolu’dan çekilme sürecini tetiklemiştir. Karadeniz’de İnebolu deniz ulaştırmasının %60’a yakınına ev sahipliği yaptı. Karadeniz’de cephane taşıyan küçük tekneler, özellikle Trabzon, Giresun ve Samsun arasında faaliyet gösterdiler. Karadeniz’deki balıkçılar da küçük tekneleriyle gece gündüz çalışarak cephane ve asker taşımıştır. Bu denizcilerden çoğunun ismi kayıtlara geçmemiş olsa da fedakârlıkları halk arasında nesiller boyu anlatılmıştır.
HATIRAT YAZAN ÇOK AZ
Maalesef Karadeniz’de Kurtuluşun cephanesini taşıyan, Kurtuluşa İstanbul’dan adam ve malzeme kaçıran kahramanlar arasında 5-6 bahriye subayı dışında hatıratlarını yazan çok az kişi oldu. Bu çerçevede Kurtuluşun sivil denizcilerine yönelik çalışma yapan merhum Sarıyerli yazar ve tarihçi İbrahim Balcı’ya çok şey borçluyuz. Onun Kurtuluş Savaşı’nın aydınlatılmasında önemli ayrıntılara yer veren, “Milli Mücadele’de Boğaziçi’’, “Takalar Kumandanı Ketencioğlu Hacı Yakup Ağa’’, “Milis Binbaşı Hacıoğlu Hafız Mehmet Ragıp Bey’’, “Milis Yüzbaşı İpsiz Recep Reis EMİCE’’ adlı eserleri pek çok kahramanı bizlere tanıtıyor.
TAKALAR KUMANDANI
Bu kahramanlar arasında “Takalar Kumandanı’’ lakaplı Ketencioğlu Hacı Yakup Ağa’dan bahsetmek gerekir. Balkan Savaşı öncesi Sarıyer Rumeli Fenerine göç eden Rizeli taka sahibi ve denizci Yakup Ağa, Balkan Savaşında Teşkilatı Mahsusa’nın emri ile takalarını ve 4 denizci oğlunu Trakya’ya yönelik deniz nakliyat işlerinde görevlendirir. Yakup Ağa 80’li yaşların ortasında Mim Mim Grubuna davet edilir ve İstanbul Boğaziçi ve Haliç’ten Karadeniz’e takaları ile cephane taşınması için görevlendirilir. Başarılı pek çok girişimden sonra oğulları ile yerli işbirlikçilerin ihbarı sonunda yakalanır. 87 yaşında Kroecker Otelde, İngiliz Yüzbaşı Bennet tarafından günlerce işkenceye maruz kalır. Asla yılmaz. Kendisi ve oğulları daha sonra serbest bırakılır. Sarıyer Rumeli Feneri’nde kahramanlar gibi karşılanırlar. Daha sonra büyük zafer gelir. Türk ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e Akdeniz’e kavuşur. Yakup Ağa’ya İstiklal Madalyası takdim edilir. Bu madalya Yakup Ağa’nın şahsiyetinde ona destek veren Sarıyerli diğer kahramanları da temsil etmektedir. Onların isimlerini de merhum İbrahim Balcı’nın on yıllar sonra Ketencioğlu ailesinin kendisine teslim ettiği evrak-ı metruke ve belgeler sayesinde öğreniyoruz. Hepsini rahmet ve minnetle anıyorum. Takalar Kumandanı Yakup Ağa’nın oğulları Ahmet, Mehmet, İbrahim ve İsmail Hakkı kardeşler; Albay Hüsamettin Ertürk; Öğretmen Aziz Özgür; Avukat Refik İsmail Kakmacı; Hacı Müezzin Mehmet Raci Efendi; Dalyancı Yusuf Bey; Yusuf Erdinç Efendi; Öğretmen Kardeşler Kazım ve Hasan Esen; Kaptan Osman Saruhan; Oflu Kasım ve Halim Kotoğlu kardeşler; Hacı Şakir Giritlioğlu Kaptan; Hacı Bayram Deniz Kaptan; İsmail ve Mehmet Reisler; Hüseyinzade Bombacı Ahmet Efendi; Ermeni Boğaziçi Kontrol Memuru Davit Sehakkuli; Kavak Liman Çavuşu Ermeni Karabet Efendi; Sandallar Reisi İbrahim Ağa; Şevki Erbaş Reis; Balıkçı Adil Efendi; Ali Bayrak Efendi; Laz Hafız Muharrem Efendi; Milis Binbaşı Hacıoğlu Hafız Mehmet Ragıp Efendi; Milis yüzbaşı İlyas Sami Kalkavanoğlu.
BUGÜNE DERSLER
Olgulara dayalı tarih bize rota çizdirir. Tarihi bilmeden çizilen rotalar felaketle sonuçlanır. Tarihte yaşananlar kritik yol ayrımlarında bize ip ucu verir, taraf seçmemizde yardımcı olur. Tarih, algılara değil olgulara ve gerçeklere dayanmalıdır. Olgu gücünü gerçekte yaşananlardan alırken algı gücünü semboller, hayal gücü ve siyasi saiklerden alır. Tarihi yapanlar tarihi yazarsa algılar ve olgular birbirine karışmaz. Bugün bize onurlu rota çizmede en büyük yolu gösteren şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tür. Ölümsüz eseri Nutuk’ta olgu ve gerçeklere dayanan Kurtuluş tarihini, tarihi yapan kişi olarak yazmıştır. Tarihi gerçeklerin belgelerle sunulduğu, liderlik dersleri içeren ve milli bir rehber olan Nutuk, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinin bir özeti, Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin bir açıklaması ve gelecek nesillere bırakılan bir vasiyet niteliğindedir. Bugün ülkemiz olgulardan çok bir algı okyanusunda yol almaktadır. Bu okyanusta algı oluşturanlar sadece jeopolitik kayıplarımıza neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda milli onurumuzu hiçe sayıyorlar. 22 Temmuz 1920’de Saltanat Şurasında Sevr oylaması öncesi yaptığı konuşmada Sadrazam Damat Ferit “yokluğu varlığa yeğleyenler varsa konuşsunlar ve tutanağı imzalasınlar’’ demişti. Onun için varlık Osmanoğulları Hanedanı ile bir avuç saray çevresinin İstanbul’da kalmasıydı. Gerisinin önemi yoktu. Yani Onursuz Varoluşu, Yokluğa tercih ediyordu. Halbuki aynı zamanda Mustafa Kemal tüm millet adına ne diyordu? Ya İstiklal Ya Ölüm. Türk milleti ya onurlu varoluşu seçecek ya da savaşarak ölecekti. Ancak teslim olmayacaktı. Bu makalede deniz cephesinde namus ve onur cephesine geçen küçük bir azınlığın hatırasını andık. Nasıl ki Damat Ferit İstanbul’da var olan bir azınlık adına devletin gücünü kullanarak hareket ettiyse, Mustafa Kemal ve onun arkasında duran %1’lik Kuvvacı azınlık da onur ve jeopolitik varoluş mücadelesi vererek bu toprakların kaderini değiştirdi. Milletin onuru ile oynanmaz. Devletin başlıca ve esas görevi jeopolitik çıkarları korumasıdır. Ancak onunla eş değer bir görevi de milletinin onurunu korumasıdır. Bugün her iki cephede yani onur ve jeopolitik gelecek cephelerinde büyük bir sınavdan geçiyoruz. Gazze’de Filistin halkına uygulanan İsrail soykırımı vicdansız ve insafsız şekilde devam ederken, İslam alemi Şii ve Sünni Bloklar arasında bölünmüşlük ve düşmanca kutuplaşma tuzağına çekiliyor. Suriye, ABD ve İsrail işgalinde ABD’nin zamanında kurduğu cihatçı çetelerin türevleri tarafından orta çağ karanlığına itilip, paramparça edilirken, Irak’taki Özerk Kürt Bölgesinin benzeri Suriye’de fiilen kuruluyor. Fırat doğusundaki PKK uzantısı PYD/YPG’yi korumak için ABD ve AB seferber oluyor ve tahkimat yapılıyor. Çok değil bir ay önce “Halep’e Türk bayrağı çekildi Suriye’de söz sahibiyiz’’ diye fetih çığlıkları atılırken, 4 Ocak 2024 tarihinde Şam’da yapılan Suriye Genel Ulusal Diyalog toplantısına Türk Ordusu tarafından desteklenen Suriye Milli Ordusu davet bile edilmiyor. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rumlarının lisans verdiği Amerikan Exxon Mobil ve Katar Petrol firmaları kıta sahanlığımıza mücavir 5 numaralı sahada sondaja başlıyor. Ege’de neredeyse son 2 yıldır dünyada örneği olmayan 10 millik Yunan Hava Sahasının içine savaş uçaklarımız girmiyor. Emperyalizmin 20.yüzyıl başından bu yana değişmez jeopolitik hedefinin denize çıkışı olan kukla Kürdistan olduğunu ve yakın geçmişte yaşanan Hendek Savaşlarını unutmuşuz gibi ana vatanımızda ikinci Açılım Sürecini başlatıyoruz. Türkiye’de 1984 ‘ten bu yana kan döken ayrılıkçı ve bölücü terör örgütü PKK lideri Meclise davet ediliyor. Devletin en temel prensipleri olan ‘’teröristle müzakere olmaz’’ ile “suçun karşısında ceza olur’’ prensipleri yok sayılırken, 40 bini aşkın şehidimizin aziz hatırası tazeliğini korurken PKK karşısında devlet yenilmiş gibi bölücülere taviz sürecine giriliyor. Bu gelişmeler yaşanırken yeni anayasada Türk yerine Türkiyeli dayatması ile toplumsal sözleşme ve milli onurumuz yaralanıyor. Kısacası Sadrazam Damat Ferit’in 22 Temmuz 1920 tarihli Saltanat Şurasındaki konuşmasındaki “yokluk ve varlık’’ seçenekleri bugün farklı şekilde karşımıza çıkıyor. Görünen o ki bu süreçte muhalefet de iktidar ile aynı frekansta hareket ediyor. Ancak unutulmaması gereken bir şey var. Türk halkı milli onuru kırıldığında farklı davranır. Bu farklı davranış demokratik seçim süreçlerinde şüphesiz kendi diyalektiğini yaratacaktır. Bu makalede adı geçenlerle adı geçmeyen tüm onurlu Kurtuluş ve Cumhuriyet Şehitlerine, ebediyete intikal etmiş olan gazilerimize minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Bugünkü jeopolitik varoluşumuzun ve onurlu duruşumuzun asli sebebi olan bu kahramanların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Ne mutlu Türküm diyene. Ne Mutlu Mustafa Kemal’in gerçek evlatlarına.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.