Hiç Bilmeyenden Sendikacılık Dersleri - 1 / Öyküye Giriş
Öyküye Giriş
İki bin iki yılının kasımının yirmi ikisinde, bir önceki hükümetin hiçbir üyesinin meclise giremediği tarihi seçimden yirmi gün sonra, bugün olmayan “Telsiz Operatörleri Derneği” TOD merkezinde toplandık.
Toplantı, haklarımızın elimizden alınması nedeni ile birkaç arkadaşım tarafından düzenlenmişti.
“Hangi haklarımız elimizden nasıl alındı” gibi, cevabına sayfaların yetmeyeceği bir konuya girmeyeceğim. Ancak bundan neden söz ediyorum, anlatayım.
Bir dernek kurduk bu toplantıdan sonra, oturduk otuza yakın kişi bir yerde, bizde saklı (kalması gereken) bazı nedenlerle mevcut dernek merkezinde toplanmak istemedik. Kadıköy'de bir çay bahçesinde toplandık ve bir dernek kurduk.
Tüm Denizciler Derneği (TÜMDER)
Derneğin kuruluşundan resmi olarak onayına kadar geçen süre içinde yaşadığımız “güzel ülkemin güzel insanına has” olayları da anlatmayacağım.
İlk toplantının tarihinden bir yıla yakın süre sonra resmi kuruluşu tamamlandı derneğin. Çalışmaya başladık; ama nasıl bir çalışma biliyor musunuz? Gecesi gündüzüne karışmacasına bir çalışma!
Dernek merkezinin bulunduğu hanın kapanma saatinde içeride gizlice kalıp bitmeyen işlerin sonunu getirmek için aç susuz sabahı bekleyen arkadaşlarımın gece telefonla fısıltı ile konuşmaları hâlâ kulağımdadır. Yüreğimdekini niye saklıyayım; bize bunu yapanlar için çok kötü temennilerde bulunduk o günlerde. Bunları da anlatmayacağım.
Hemen konuya geçeyim; yaptığımız çalışmalarda bizimle temas kuran bazı denizcilerin “siz sendikacılık yapıyorsunuz” dedikleri ve bir sendikanın nasıl çalışması gerektiği hakkında bazı şeyler yazacağım. En azından bu konuda hiç bir şey bilmeyen benim gibi biri için ilginç bir deneyim olacak!
Sendikalar konusunda daha önce yazılmış binlerce makale olabilir. Her halde genel iletişim ağı (internet) üzerindeki herhangi bir arama aracına “sendika” yazsam, kısacık bir süre içinde kim bilir kaç milyon sayfa bulunur.
Sendikacı dostlarım beni bağışlasınlar. Bu makaleleri hiç okumadan, yazının da başlığına uygun olarak, adından ve kelime anlamından başka sendikacılık hakkında bir şey bilmeden yazacağım. “Hem bir şey bilmeyecek, inadına okumayacak ama dersini vereceksin” diye bıyık altından gülenlere tekrar başlığı hatırlatırım!
Ne Yapıyorduk?
Önce şu soruya bir cevap arayalım: “Biz ne yapıyorduk da bu insanlar gelip bize ‘siz sendikacılık yapıyorsunuz’ diyorlardı?”
Yaptığımız, sadece derneğin kuruluş nedeni olan olayın üzerine gitmekti. Ama bütün gücümüzü ve mesaimizi bu işe harcıyorduk. Maddi ve manevi; çünkü çok kızgındık.
Çalışmalarımız ile ilgili iki örnek vereyim de bir fikir oluşsun:
Örnek 1: Yüze yakın ülkenin; bizim yaşadığımız “çalışma hayatındaki değişiklik” ile ilgili süreci yaşayan yüze yakın ülkenin resmi kurumları, sorumlu makamları ile temas kurduk. Bizim gibi insanların bu süreçte ve süreç sonundaki akıbetlerini öğrenmeye çalıştık; öğrendik.
Örnek 2: Avrupa Birliği ile temas kurduk. Durumu anlattık. Bu temasa çok az değineceğim, çünkü bu da uzun bir hikâye.
Kısaca anlatayım:
Ankara'daki Avrupa Birliği Delegasyonu ile defalarca görüşmeler yaptık. O tarihte “genişlemeden sorumlu” kişinin bize yazdığı bir mektup var ki, hâlâ gülümseyerek bakarım yazıya; ne kadar da teşne imişler bizi dışlamaya iki bin dört yılında. Hem de Birlik ile Türkiye arasındaki “iyi ilişki içinde yürütülen görüşme” haberlerinin tavan yaptığı bir dönemde.
Özetleyeyim;
O dönemde genişlemeden sorumlu olan kişi mektupta “Türkiye üye olmadığından doğrudan yaptırım uygulamak mümkün değil, fakat yapılan haksızlık belgelenir ise Türk bayrağındaki gemilerin birliğe üye ülkelerin limanlarına girişlerini engelleyebilirim” diyor.
Yapılan usulsüzlükler ile ilgili binlerce belge ve delil var elimizde, halen dururlar, arşivdeler.
O günlerde Avrupa Birliği’nden gelen bu mektubun tıpkıbasım nüshasını verdiğimiz, konusunda bilgili kişilerin hepsinin de, tabiri caiz ise, beti benzi atıyordu.
Elbette belgeleri göndermedik. “Çünkü bu ülke bir müstemleke, koloni değildir” diyorduk. Bazılarının “ne kadar safsınız” demelerine karşın bu inancımızı hâlâ koruyoruz. Bazı kendini bilmez cahillerin yaptıklarını koskoca bir ülkenin tümüne teşmil etmek uygun olmaz.
Tüm Denizciler için Yaptıklarımız
Kuruluşunu izleyen aylar içinde dernek duyuruldu, duyuldu. Doğrusu, derneğin kuruluşunu duyurmak için o gün mevcut tüm yolları kullandık; mektupsa mektup, telgraf ise telgraf, genel ağ ise genel ağ; ne varsa!
Denizci sivil toplum örgütleri ile birlikte, denizcilikle sınırlı tutmadan hemen tüm devlet kurumlarına mektup yazdık. İki dikkat çeken temas oldu bu duyurudan sonra.
İlki, Cumhurbaşkanı'na bağlı Devlet Denetleme Kurulu'nun bir sayın üyesi telefon ile aradı, yaklaşık kırk beş dakika görüşüldü. Sayın üye bu kırk beş dakika içinde bizim cesaretimizi artıran birçok cümle kurdu. Ancak ilk kurduğu cümle çok ilginçti: “Teşekkür ederim” diyerek başladı konuşmanın ana konusuna ve ekledi “ayrıca tebrik ederim”. Sivil toplum örgütlerinin ne kadar gerekli ve cumhurun hürriyeti için bir ihtiyaç. olduğunu o gün o görüşmeden sonra daha kuvvetle kavradım, anladım.
İkincisi, Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın emri ile saygı değer bir deniz kurmay albay bizimle görüştü, denizci bir kurumun doğuşunu tebrik etti ve başarılar diledi.
Daha birçok kişi ile temas oldu. Ancak sıradan başarı dileklerini aşmayan bu görüşmelerin dışında, ayrıca bizim gibi hep “sopası ile muhatap” olmuş insanların devlet tarafından “tebrik” edildiği iki dikkat çeken temas idi yukarıdakiler.
Bu insanların adları bizde kayıtlıdır. Zaten onlar da kendilerini biliyorlar. Adım gibi eminim bizi gururla izliyorlardır.
Daha fazla duygusallaşmadan sadede geleyim.
Derneğimizin yazıhanesi eni boyu toplam yirmi metre kare bir yer. İçerisi tıka basa doluyor, çoğu kez arkadaşlar oturacak sandalye bulamıyor. Balkon çıkışı gibi bir yer var, ama dışarısı balkon değil de ek binanın çatısı, üç yüz metre kare kadar var. Çok kalabalık olduğu zamanlar arkadaşlar bu boşluğu balkon gibi kullanıyorlar.
Doğal olarak herkesin bir derdi var ki dernekteler! Yine doğal olarak, (orada bulunma nedeni bizce bilinen bir iki kişi dışında) herkes sorununu anlatıyor! Parasını alamadan gemisinden ayrılanından, memlekete parasızlıktan gidemeyen denizcisine kadar. Bizi simsar zannedip iş isteyenden, avukatlık yazıhanesi zannedip dilekçe yazdırmak isteyene kadar herkes geliyor. O kadar ki, hanın kapısında görevli Kemal'e bile SSK ile ilgili bir kaç dilekçe yazmışlığımız var.
İşte o yoğun çalışma içinde geçen günlerde zaman zaman birileri, daha doğrusu bu işlerden bir parça anlayan birileri diyeyim, bize “siz aslında sendikacılık yapıyorsunuz” diyorlardı. Bir değil, iki değil; ben bu cümleyi hiç duymadı isem yirmi kez duydum:
“Siz sendikacılık yapıyorsunuz!”
Biz sendika mıyız abi?
Sendikacılık yaptığımızı söyleyen bunca cümleyi duyduktan sonra elbette bir kişi de bu soruyu soracaktı: “Biz sendikacı mıyız abi?”
Genç arkadaşımın sorusunu sorarken yüzünün aldığı biçimi hatırladıkça dudaklarıma ister istemez bir gülümseme oturur.
Hayır, biz sendikacılık yapmıyorduk. Çünkü ben sendikacılığın aşağı yukarı ne olduğunu kestirebiliyordum. Çünkü bir de “sendika ziyareti” hikâyemiz vardı.
Sendikayı Ziyaret
İlk toplantıdan bir kaç gün sonra idi. Tam tarihini şimdi hatırlamıyorum. Mutlaka yazılıdır bir yerlerde de, çok da önemli değil. O günlerde bizden daha tecrübeli olan, derneğin kurucu başkanı arkadaşımız önceden tanıdığı sendika genel başkanına telefon etti, mutabakat sağladı. Bizim kurucu başkanımız, ben ve “biz sendikacı mıyız abi” sorusunu soran arkadaşımızla birlikte sendikaya gittik.
Odanın tasviri için dili ustalıkla kullanmak gerek. Bu, ulaşamadığımız bir hedef. Fakat yine de anlatmaya çalışayım.
Girince hemen karşımıza düşen oda penceresinin koyu renkli ve ağır olduğu her halinden belli perdelerinden sendika başkanının masasının tarafındaki kanadı eteğe yakın yerden dürülerek pencere kenarındaki çengele takılı; diğer kanat sarkıyor ama pencerenin kendi tarafındaki yarısını yarıma yakın kapatıyor. Belli ki başkan çok ışıklı ortamdan pek hoşlanmıyor, fakat giren ışık içeriyi aydınlatmaya yetiyor.
Pencerenin hemen önünde, genel başkanın masasına dik ancak görüş alanı içinde bir kanepe var. Yapay mı, gerçek mi çıkaramadığım kaplamasının koyu rengi siyaha yakın ikili bir kanepe. Ben o kanepeye oturdum.
Başkanın masası sağımda kaldı; büyük, oldukça görkemli bir ağaç masa. Önündeki oyma işçiliği göze batıyor. Başka özellikleri de var belki ama ışık yeterli olmadığından diğer ayrıntıları göremiyorum.
Oda için “şark köşelerine ne kadar benziyor” diye düşündüğümü hatırlıyorum, o kadar. Başka bir şey yok.
Genç arkadaşım da benim yanıma oturdu. Yumuşak minder ondan tarafa eğim aldığından biraz rahatsız oldu isem de sesimi çıkarmadım. Nihayetinde orada akşama kadar kalmayacak, birazdan kalkıp gidecektik.
Nitekim öyle oldu.
Hemen başkanın karşısındaki tekli koltuğa oturan başkanımız, sendika genel başkanını hiç tanımıyormuş gibi konuşmasına “sayın başkan” ve “siz” gibi resmi kelimelerle fakat zekice bir giriş yaptı. Durumumuzu anlattı, mağduriyetimizi ayrıntılı olarak aktardı.
Başkanımızın konuşması sırasındaki bana “tam yerindeyiz” ile birlikte bir “güven” ve “aidiyet” duygusunun hâkim olduğunu söyleyebilirim.
Denizci, gemiinsanlarının haklarının savunulduğu, bizi anlayacak bir yerde idik. Burası bizim kurumumuz idi, sendikamız idi. Ben memuriyetten ayrılıp fiili olarak gemide çalışmaya başlamadan önce donatan “sendikaya üye olman gerekiyor” demişti. Ben buranın bir üyesi idim. O an hissettiğim aidiyet duygusu ile kendimi öyle güçlü hissettim ki, anlatamam.
Sendika genel başkanı “dur falancayı çağırayım, o sizin mesleğinizden” dedi ve hâlâ daha adını doğru dürüst söyleyemediğim bölümlerden birinin başkanını çağırdı, bize de o odadan dışarı çıkıp başka bir salonda o kişi ile görüşmek kaldı; başkanımız teşekkür etti, kalktık.
Üzerinden uzun yıllar geçmiş bir olayı anlatmaya çalışıyorum; her şeyi tüm ayrıntıları ile hatırlamam mümkün değil.
Birinci Yazının Sonu
Diğer mekânda mesleğimizden beyefendiyi beklerken başkanın üzerinde bıraktığı kanıyı aktardı başkanımız: “Bunlardan bize hayır yok.” Dedi.
Kırk sekizine yeni girmiş; iki çocuğundan büyüğü askerde küçüğü üniversitede; evi kira; İstanbul'un ortasında işsiz kalan ben, başkanın o cümlesinden sonrasını hatırlamıyorum.
Hani “film koptu” derler ya, tam o andaki durumumu anlatan iki kelime bu!
Film koptu ve hayat durdu.
Muhtemeldir, birlikte günü geçirdiğim arkadaşlarım bazı şeyler sezinlemiş olsalar da, ne halde olduğumu tam anlamamışlardır. Ama o günün o anından sonrası hayatımdan silinmiş ikinci gün parçasıdır.
Muhtemeldir, o gün sendikaya birlikte gittiğimiz genç arkadaş da aynı duyguları yaşamıştır. Çünkü “biz sendika mıyız abi” diye sorarken yüzünün aldığı şekilden, hadi yazayım o şekli; yarı korkulu, birazda kötü bir koku almış, görüntüsü hoş olmayan bir şeye bakıyormuş da iğreniyormuş gibi bir yüz düşünün; işte öyle bir biçime giriyordu arkadaşımın yüzü bu soruyu sorarken.
Çok mu uzun oldu giriş?
Girişi uzattım, çünkü aşağıdaki sendika tanımından sonra şu sorunun cevabını isteyeceğim sizden:
“Derdimize çare bulmak için ziyaret ettiğimiz yer neresi idi?”
(Yazının ikinci bölümü bir sonraki sayımızda!)
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.